28 Eylül 2012 Cuma

Didem Madak - Poşet Süt



Süt deyince hep müstehcen şeyler geliyor aklıma
Şiirde tam pansiyon kalıyorum Füsun.
Tonton kediler var bu mahallede hepsi de yazılıyor bana
Ben sütleri hiç dökmüyorum Füsun
Kediler âleminde raconsuz bir davranıştır zira.

Bana artık büyü diyorlar
Kar tanrı kokuyor oysa Füsun, bilmiyorlar.
Hızar sesi geliyor uzaklardan, çok uzaklardan
Beyaz bir varlığın talaşı gibiyim.
Ufalanıyorum İstanbul’a her kar yağışında
Geçen gün falımda beyaz bir kaplumbağa çıktı
Ben ona kardan kaplumbağa dedim, ismi bu
Artık büyüyüm Füsun
Bu mahallede bana kar helvası diyorlar
Soğuk ve tatlı manasında yani
Nam-ı müstear gibi bir şey bilirsin
Eriyorum Füsun
Sütten derelere karışıyorum aşk dediğimde
Harbi seviyorum yani
Acı denizlere doğru akıyorum.

Bana artık büyü diyorlar Füsun 
Artık büyüyüm, bilmiyorlar.
Ükemin yürüyen caddelerinde acılarımızın kaynağını araştırıyorum
Kelimeler dişliyor kollarımı
Diş izlerinden bir saatle takip ediyorum zamanı
İsminden ismimle doğduğuma inanıyorum Füsun
Bu inanç hiç bitmiyor
Bazı yarım işleri artık tamamlıyorum.
Bazı yarım şiirleri…
Bazı yarım baş ağrılarıyla
Neyse o olan rüya kedileri satıyorlar bakkalda, 
Çay içme vasfı olan ve rengini çaydan alan rüya kedileri
Bilmem nasıl ikna oluyorum böyle bir kedi almaya
Çok soğuk günlerde çayçen çayçen diye bağrılan yerlerde
Çay içen bir süt dökmüş oluyorum
Hüzün diyorlar bazı şairler nedense buna.
İsmini pohpoh koyayım bari diyorum yalaka rüya kedimin
Gerçek hayat kaptanı bir sevgilim oluyor uzaklarda
Onu düşünüyorum burnumdan dumanlar çıkararak 
Küstüğümde gözlerinden öpebilmek için dünyanın füsun
İsmimle doğduğuma inanıyorum isminden
Artık başkalarına yalnızca komik rüyalarımı anlatıyorum.

Doğururken geçenlerde 
Çok sancım vardı, bişey olmadı.
Bana bişey olmaz, artık…
Büyüyüm ben Füsun.

24 Eylül 2012 Pazartesi

Simone De Beauvoır - Bir Genç Kızın Anıları


Dünyam iki ana bölüme ayrılmıştı: İyilik ve Kötülük.Ben,mutlulukla erdemin ayrışmaz bir beraberliği sürdürdükleri  iyilik dünyasında yaşıyordum.Belirli acılar duyduğum oluyordu tabi; bunları hak edecek bir şey yapmadığıma da inanıyordum. Örneğin kafamı bir yere çarpıp şişiriyor,dirseğimi incitiyordum.Bir keresinde egzama oldum,yüzüm bozuldu.Bir keresinde,doktor siğillerimi yaktı,cıyak cıyak bağırdım. Ama bütün bu olaylar çabucak unutuluyor ve insanın,hak ettiği mutluluğu ya da acıyı bulacağı inancımı sarsmıyordu. 

Sayfa. 19 

Sonunda gölgelerden,bulanıklıktan sıyrılmıştım sıyrılmasına ama,çevremdeki her şey bir karanlığın sonsuzluğu içinde yitip gitmişti. İğnelerin ve iğnelere yaraşır düşünceler beslediği,tahtaların tahta gibi düşündüğü masallara kaptırmıştım kendimi. Ancak,ne de olsa sadece birer masaldı bunlar.Eşyaların kapkara,içine işlenilmez yürekleri vardı ve dünyaya neden geldiklerini bilmeden geliyorlar,bir kez olsun kendi kendilerine <buradayım ben ! > diyemiyorlardı. Meyrignac'ta,sandalyenin üstüne atılıvermiş eski bir cekete bakıp,kendimi ceketin yerine koymaya çalışmış; <<Ben eskimiş,yıpranmış bir ceketim >> demeye çalışmıştım. Olmamıştı,yapamamıştım ve dehşete kapılmıştım. Geçmişin karanlıkları içinde,cansız varlıkların suskunluğu ortasında,kendi sonumu,kendi yokluğumu algılıyordum. Aldatıcı hayaller buluyor,bunları gerçeğin bir ışığı haline getiriyor,sonunda kendi ölümüme dönüştürüyordum. 

Sayfa .61 

23 Eylül 2012 Pazar

Beirut - 21 Eylül 2012 Kuruçeşme Arena Konseri

3 yıl önce "Gulag Orcestar" şarkısı ile tanımıştım onları. O anda bu bir ağıttır teşhisini de koymuştum.
Neyse ki, uzun bir zamandır yollarını gözlerken, sonunda geleceği haberi yüzümü güldürdü.Konsere son yarım saat kala, son anda bilet bulabildim.  Sanırım bu bir mucizeydi :)
Konser günü geldi 21 Eylül 2012 Kuruçeşme Arena'da "Scenic World" isimli şarkılarıyla açılışı yaptılar. Aralarda Zach'in Türkçe teşekkürler vermesi ve sempatik tavırlar sergilemesi onu bir anda kucaklama hissine kapılmama sebep oldu :)
Bir de Eylül ayı bana hep iyi gelmiştir, güzel başlangıçlar yapmışımdır, bu da öyle oldu. İyi ki geldin Beirut .



 




Bunlarda konserden


Gülten Akın - Kırmızı Karanfil



Doğururken bağırmak gerekli
Ama ölürken asla !

Birinci Basım 1971 Syf 44

18 Eylül 2012 Salı

Mustafa Aksoy - İntihar Bir Yaşam Biçimidir Sevgilim


Sevgili arkadaşım Mustafa'ya çok sevgiyle, bin sevgiyle ;) 



( ''o'' geceye)


Saçlarından dudaklarına giden uçurum...
düşsem
kaç ışık yılı yeter varmaya?


O gece vapurlar intihara meyilliydi sevgilim
halatları boynuna geçirimiş yağlı urgan gibi
bekliyordu
Kadıköy iskelesinde
iskemlesine
vurulacak
tekmeyi


Sahi
Kız Kulesi vardı.
Boğazın dudak payına düşerken ben
üzerine sıçradı şiirim

Oysa
rakı içebilirdik delirene kadar hep birlikte
sen,
ben,
kız kulesi.


Gözlerin marmaradan daha derindi sevgilim
ve ben sarhoş bir şamandıra sallantısıydım


O gece
Kız Kulesi karaya vurdu
bilir misin İstanbul
kaç ayrılığa neden oldu bu?


Yavuz Çetin dinleyen bir titanic yolcusu ömrüm
buz dağı, kaf dağı fark eder mi ?
oyuncak dünya
oyuncak dünya...


Buzdağından daha sert şiirler vardır sevgilim
balıkçılar,balıklar
ve
batıklar
iyi bilir bunu.
mesela
bir
Orhan Veli şiiri

b a t ı r a b i l i r d i

b i z i .


İntihar, rakı sofrasında bir garnitürdür sevgilim.


Taş plakta Zeki Müren cızır/diyordu o gece
'' gözlerinin içine
başka hayal girmesin... ''

Bıraksalar
Marmara'yı içerdim.


O gece
saç telin kadar inceydi halatları
boğaz köprüsünün

ve ben
ışık hızıyla öldüm hep
gözlerinin içine

Oysa

nefesimi tutup
dirilene kadar öpebilirdim seni.


'' Marmara'ya rakı dökün atlamadan önce.
Hem balıklar hep mi meze olacak? ''

Gonca Özmen - Bölünmeler





Kusura, vardım 
Benimdir dedim bu eski söz

Kime açıldıysa kapılar 
Kapananı benim dedim

Beni bir avuntudan oldurmuşlar 
De ki sıkıntının içini oymuşlar 
Böyle böyle sezdim dilin de sabrı var 
Akşamdan hızla geçen sesin de

II 
Biter şimdi gecenin susmayan ağzı 
Eğer beni söze doğru karanlık

O eski dudaklarla düşlemek seni 
Boynunun bahçesini bu ölü dudaklarla 

Tenin altında bir usul bezginlik 
Yapraklar geçiyor bir çocuk dalgınlığından

Denizin henüz bitmediği 
Daralıp daralıp genişlediği her şeyin


Le pohe travaille, Mayıs, Haziran, Temmuz 2004 


5.Yeşil Yayla Festivali-Senem Diyici - Alan Blesing - Birol Topaloğlu


14 Eylül 2012 Cuma

Chavela Vargas - La llorona




Bütün gün,büyük bir sessizlikle dinleyebilirim. 



Chavela Vargas


Isabel Vargas Lizano (17 Nisan 1919 - 5 Ağustos 2012) - Costa   Rica  asıllı Meksikalı şarkıcıdır. İlk olarak Frida filminde tanımıştım onu. Masaya oturur,şarabını içer La Llorona'yı söylemeye başlar. O an her şey durur,ağlayan bir ses dolanır gecede. Ne zaman şarap içsem, bu sahne gözümde canlanır,canlanır durur. 

Ahmet Telli - Belki Yine Gelirim



Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir
Her sözcük dilimin ucunda küfre dönüyor çünkü
Bir gök gürlese bari diyorum, bir sağnak patlasa
Bitse bu sessizlik, bu kirli yapışkanlık bitse
Ama bir tufan az mı gelir yoksa yine de
Yırtılan ve parçalanan bir şeyler olmalı mutlaka
Hiç durmadan yırtılan ve parçalanan bir şeyler.

Oysa ne kadar sakin bu sokaklar ve bu kent
Ne kadar dingin görünüyor bana şimdi gökyüzü

Gidenler nerde kaldılar, özledim gülüşlerini
Bir kenti güzelleştiren yalnız onlardı sanki
Onlardı çocuklara ve aşka ölesiye bağlanan
Kadınları güzelleştiren herhalde onlardı
"Tükürsem cinayet sayılır" diyordu birisi
Tükürsek cinayet sayılıyor artık
Ama nerede kaldılar, özledim gülüşlerini onların

Uzun uzun bakıyorum kıvrılan sokaklara
Tek yaprak bile kıpırdamıyor nedense
Ve tek tek söndürüyor ışıklarını varoşlar
Alnımı kırık bir cama yaslıyorum, kanıyor
Kanımın pıhtılarında güllerin serinliği
Ve fakat bir cellat gibi yetişiyor pusudaki
Dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük

Yaşamak neleri öğretiyor, düşünüyorum
Okuduğum bütün kitaplar paramparça
Çıkıp dolaşıyorum akşamüstleri bir başıma
Bir uçtan bir uca yalnızlıklar oluyor kent
Bulvar kahvelerinin önünden geçiyorum
Sarmaşık aydınlar, arabesk hüzünler
Bir gazete sayfasında sereserpe bir yosma

Sesler gittikçe azalıyor, kuşlar azalıyor
Ve ne zaman yolum düşse vurulduğun yere
Kızgın bir halka oluyor boynumda o sokak
Hüznü yalnız atlarımız duyuyor artık
Biz çoktan unutmuşuz böyle şeyleri
Ama içimde bir sırtlanın dalgın duruşu
Ve dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük

İçimde zaptedilmez bir kırma isteği
Dizginlerini koparan bir at sanki bu
Soluk soluğa kalıyorum her sonbahar
Ve sevgilim ne zaman hoşgörülü olsa
Bir yolculuk düşüyor aklıma, gidiyorum
Bütün gençliğim böylece geçip gitti işte
Ama hala bir şeyler var vazgeçemediğim

Hangi duvar yıkılmaz sorular doğruysa
Bir gün gelirsek hangi kent güzelleşmez
Şiirlerim bir dostun vurulduğu yerde yakıldı
Geri almıyorum külleri yangınlar çıksın diye
Devriyeler çıkart şimdi, bütün ışıklarını söndür
Sorduğum hiçbir soruyu geri almıyorum ey sokak
Ve dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük

Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir
Bir gök gürlese bari diyorum bir sağnak patlasa
Bitse bu kirli ve yapışkan sessizlik, hiç gitmesem
Oysa ne kadar sakin sokaklar, bu kent ve bütün yeryüzü
İpince bir su gibi sızıyorum gecenin tenha göğüne
Sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz
Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün.

12 Eylül 2012 Çarşamba

Birhan Keskin - Cinayet Kışı


Birhan Keskin'i tanıdığım ilk dizelerdi bunlar.  Okuduğum anda ağlatmıştı beni ,hala hüzünlendirir. Ve ben her gün söylenirim. Bana ihaneti öğrettiler ! 


1.
Bir kereye mahsus yaşanan her an
kendi hayatını bir daha düzeltilemeyecek biçimde
içinde barındırır.
Bana kanatlarımı bıraktırdılar.
Bana ihaneti öğrettiler.
Başka haber yok.
Kim Bağışlayacak Beni - Cinayet Kışı / Sayfa 102 

11 Eylül 2012 Salı

Corde Oblique - Venti di sale

“Zamanla şu kanıya varmıştı ki, söylenmeye değer tek şey duygulardı, içten gelenlerdi. Zeka saçmaydı. İnsan içinden geleni söylemeliydi yalnızca.”

Virginia Woolf - Mrs. Dalloway




Aslı Serin - Bakire Kızlar Manifestosu



ben senin bildiğin kızlardanım kerem
alıcı gözle seyrederim kendimi vitrinlerde
ışığı kapatman yeter bozulmam kotla sevişebilirim
beni hep sev onlar da sevsin -göz çıkarmaz-
acıtırsa fermuarım yarın sevmeyebilirim

işte söyledim, nihayet söyledim, oh be söyledim
ben senin bildiğin kızlardanım sevgilim

karşıma çıkacağını mesela üç vakte kadar
ela olduğunu gözlerinin şöyle omuz genişçe
-nasıl da biliyor ölmeyesice-
doktor olsun mühendiz… öğretmenler aç
kızım gözlerini aç benim gibi olma kaç
mesela sensiz yaşayamam sevgilim

güzel ve nassı farklı olduğumu;diğerlerinden-
hayvan isimleri koy bana
;küçüktavşanımcicikuşum- günde üç defa
benden önce yoktun di mi sevgilim?

işte söyledim, nihayet söyledim, oh be söyledim
ben senin bildiğin kızlardanım sevgilim
bütün kızlar gibi aşka şiir
verebilirim 

Aslı Erdoğan - Kabuk Adam



"Bazen insana hiçbir şey hatırlamak kadar acı veremez,özellikle de mutluluğu hatırlamak kadar.Unutamamak.Belleğin kaçınılmaz intikamı.Herhangi bir iz taşınıyorsa eğer,bu bir zamanlar bir yara açıldığındandır." Syf. 1

"Yaşadığımız anları dondurup cümlelere dökme çabası,çiçekleri kurutup kitap yaprakları arasında ölümsüzleştirmeye benzer.Hepimizin çoktan öğrendiği gibi,bir öykü,gerçekten yaşanmış da olsa,gerçekliği yansıtmaktan çok uzaktır,onun birkaç resminden,simgesinden oluşmuştur.'"Syf.1

"Cennetle cehennem iç içedir,ancak bir katil bir peygamber olabilir ve insan bir başkasına,aynı karabüyü ayinlerindeki gibi,dönüşebilir,çünkü insanın tam zıddı gene kendisidir." Syf. 2

"Emekleme çağımdan beri,sadece zeki ve başarılı olduğum sürece sevgi -ya da ''sevgi'' diye adlandırılan bir şeyi göreceğimi öğretmişlerdi bana,ama hiç kimse sevmeyi nasıl başaracağımı öğretmemişti." Syf. 3

"Bir balona şekil veren hava gibi,benim de hayatıma şekil verecek bir şeye gereksinimim var.Şu anda bunun ne olabileceğini bile bilmiyorum,belki ancak sevgi diye tanımlanacak bir şey" Syf 21

"Yalnızlık içsel bir şeydir, taşkınlık da onun dışavurumlarından biridir." Syf. 30

"Yalnızlığa öyle alışmıştım ki bir başkasının ilgisini ancak bir tehdit olarak algılayabiliyordum. Yabani bir hayvanın insan karşısında tedirginliğine benzeyen bir duyguydu bu. İçimdeki ceset uyandırılmaktan korkuyordu." Syf 32

"Karanlıktan herkes korkar,ama karanlıktakilerin aydınlığa çıkarılması gerekir." Syf.55

"Genç ve güzel bir kadınsanız eğer,erkekler gövdenizi asla reddetmezler,sizi reddetseler bile." Syf.74

"Korkmadığını söylediğin şeylerden korktuğuna eminim. İstemediğini söylediğin şeyleri de çok istiyorsun. Umutsuzluk değil seninki, sadece bıkkınlık. Yaşayan herkesin umudu vardır." Syf.78

"Yalnızca kötülüğün en dibine inenler erdemin doruklarına varabilirler." Syf.84

"Hepimiz okyanusun sonsuzluğunda kaybolmuş yapayalnız adacıklardık; sınırlarımızı aşıp bir başkasına dokunabilmemiz, bir yanılsamaydı yalnızca." Syf.114

"Bugün artık biliyorum. Hayatın bizlere verip verebileceği tek ödül, tek armağan, sevgi dolu bir insandır ve biz böyle bir insanı, ilk fırsatta katlederiz. Sonra da, ömür boyu, bu asla bağışlanmayan günahın lanetini sırtımızda taşırız." Syf.123





Filiz Zibek - Filizkıran'ın Sesi




o aldandığım bahar rüyasında
uyudu tehlikeyi bekleyen gözlerim,
darmadağın uğultunu fark ettiğimde
yüz çevirdiğin ihtimaldeydim. 


yarattığın tufanda hazırlıksız parçalanmış
önceleri birdi, ikiye böldüğün dallarım,
karşı durmadıysam tek bilgiyledir: 
bilemedin ki ey barbar, 
bahçemdeki yağmadan payını almayı unuttuğun 
en sağlam savaş yaram şimdi, o masumiyet. 


ne ki anladım tuttuğum nöbet boşunaymış
göğsümde tuttuğum heves boşuna
kimsenin değilmiş, kalbime kattığın ağu 
yolların canı sıkılan haliymiş, savurduğu toz.


ortasından yırtılan her fotoğraf siyah!

10 Eylül 2012 Pazartesi

Sema Kaygusuz - Karaduygun


Acıyı anlatmak kolay değil.İster istemez kekeliyor insan.Acının simiyle parıldamak bir yana,insanın kendisini acısıyla önemsetmesi midemi bulandırıyor.Daha yüzündeki çizgilerden ruhunu görmeye fırsat vermeden ağrısını bir çırpıda anlatabilenlerden bu yüzden kaçınıyorum.Biri bana pansumancı muamelesi ediyormuş gibi geliyor.İçsel acı soy duygudur ne de olsa.Memnuniyet gibi budalalaştıramaz.Zifiri boğuntularla yatağa yıkarak gövdeyi,bir tek ağrıdan ibaret muhteşem vir geometrik biçime dönüştürür insanı.Öyle canhıraş haykırıp höngürdeyerek insanın asabını bozmaz.Geceler boyu süren inlemesiyle çileden çıkarmaktansa susar ve zonklar sadece.O sustuğunda,dünya sağırdır.Düşüncenin ateşinde tutuşmanın,tutuştukça köze evrilmenin,közlendikçe ışığa kesmenin ertesinde insan olma mahcubiyeti ışır.Has acıyı çeken biri,hayattaki hiçbir şeyi somut olarak kavrayamamayı kabulllenmişse de hayattaki her şeyi iliklerine kadar sezinleme lanetiyle sessizce ağrıyordur.

Syf 77 - 78

Bir keresinde Birhan,hüzün ile keder arasındaki ayrım sınıfsal bir meseledir,demişti.O günden beri bu ayrımın sınır çizgisini epey aşırıya kaçma pahasına arıyorum.Türkçe sözlükler,melankoli ile hüznü eşanlamlı gösterse de -ne büyük gaflet -
kendi varlığına anlam arayan melankolikleri hüzünbazlardan ayıran derin bir hiçlik duygusudur.Melankolikler varlığın karşı konulamaz mayhoş cezbesiyle hiçlik acısını peşpeşe tadabilirler.Varolan her şey soluk soluğa acılaşabilir çünkü.Güzellik aslında yoktur,bir anlık ışık çakımında ortaya çıkar yalnızca.Hüzünbazlar yoksunlukla debelenirken,melankolikler boşluğun olası güzelliğini açıklığa çevirmeye yeltenip sürekli yenilirler.Seyir halindeki lütuflara aldanıp solgunlaşmaları an meselesidir.

Syf.71

Kimse kimseyi avutamaz,kimse kimsenin dehasını keşfedemez,kimse kimsenin ayıbını saklayamaz,ama en kötüsü kimse kimsenin itirafını göğüsleyemez ağırbaşlıca. Beraberce efkar dağıtırken en can alıcı anlarda uzun uzun susarlar ya,bunu da yalnızlığın paydaşlığı sanırlar.Bir aradayken her zamankinden çok yalnızdırlar.

Syf.75

Ruhun da bir ruhu vardır, eminim.
Ruh içeriyi duyar,ruhun ruhu ise ötekileri. Biri uyumun ve armoninin ilmiyle titreşirken,öbürü canhıraş bağırtılarla parçalanır.

Syf.23

İçsel acı soy duygudur ne de olsa
Memnuniyet gibi budalalaştıramaz.

Syf.77 

Hayatımdaki en uykusuz kişi Birhan'dır.

Syf.12

Aslı Serin - Çığlık



Bir gülün rengine katıp ömrümün tüm ayazlarını
Dudağımda senden kalma yarım ıslık
Kolaysa yağmasın bu gece yağmur, düşlerken seni
Kolaysa silmesin gece yüzümün çizgilerini
Bütün oyuncaklarımı topluyorum, gülüşler silik
Eksiltiyorum biriktirdiklerimi
çorak tarlalarda sekiyor kurşunlar
Korkuluklar çıplak geziniyor geceleri
Barut kokuyor bıkkınlıklar
Göremiyorum karanlıkta sürdüğüm izleri
İntihar çiçekleri çalıyorum aşk bahçelerinden
Dipte görünmüyor gidenlerin yüzleri
Çığlıklar büyüyor, bütün çığlar üzerime
Çareler direnemiyor, gözlerinin büyüsüne
Bütün oyuncaklarımı topluyorum
Damarlarımda gezinen, değiştirmiyor duvağımın rengini
Gece gebe kadın gibi yırtınıyor
Maskeler avutmuyor kalıntı düşlerimi
Korkuluklar çıplak geziniyor geceleri

Jännerwein feat. Die Weisse Rose - My Prime Of Youth

"Çılgınlığın boyutları yok. Sallanan, boyutsuz bir boşluk. Orada daha yüksek, daha geniş, daha derin algılanıyor, boyut yok. Oluşumun yaratan spermalara dek geri gidebilir düşüncen. Kendi embriyonluğunu anımsayabilirsin, annenin karnında geçirdiğin ayları, orada kalıp gün ışığını görmek istemeyişini. Çılgınlığın evreninde yükselmeye başladığın anlar ne büyük acı verir. Gövdenin ayrıldığı anlar."

Tezer Özlü - Kalanlar Syf.48







Gonca Özmen - Ağzındı


Ağzındı 
Çıplak duvar, mahrem kapı 

Ağzındı 
Doğmamış dizeler getirip bıraktı 
... 
Düşen iki sözcük bir mezar kazdı 
İklim değiştirdi otlar kendiliğinden 
Gördüm ağzın yaprak kırgınlığı 

Ağzındı 
Yıkılan ceviz ağaçları gibi 
Kolları bacakları düzeltilmiş bir ölü 

Tüm sesleri toplayıp gitti 
Ağzındı 
Sokak çocuğum eksik göğüm 

Ağzındı 
Ve çocuktuk hâlâ sevişirken 
İki oyun arası 


Ağzın, Gotik çağım 

Rainbow - Catch The Rainbow


“Yalnız; hayır, yalnız değildim, o dönemde bir erkekle birlikteydim. Birbirimizle konuşmuyorduk ama. Ben yazmayı sürdürdüğüm için, kitaplardan söz etmekten kaçınmak gerekiyordu. Erkekler bunu kaldıramıyor: yazan bir kadın. Erkek için katlanılmaz bir şey bu.” 

Marguerite Duras - Yazmak






Didem Madak - ‘Ah’lar Ağacı


1- 
Bir ilaç içsem bari diye düşündüm, 
Biraz kolonya sürünsem, 
Ferahlasam, pencereyi açsam. 
Şöyle bir şey yazdım sonra: 
Yağmur, çamurlu bir elbise dikiyor şehre 
Sıkılıyoruz hepimiz bu çamurlu giysinin içinde. 
Berbattı, 
Bir şiire böyle başlanmazdı. 


İç ses diye söylendim,
Ardından Yıldırım Gürses...
Aptal aptal güldüm bir de buna.
Ayşecik vazoyu kırıyor
Ve ‘tamir et bakalım’ diyordu babasına.
Yapıştırsam da parçalarını hayatımın
Su sızdırıyordu çatlaklarından.
Karnabahar kızartmıyordu asla
Başrolde kadınlar.

Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım Tanrı’nın eliydi.
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan.
Binlerce yeşil gözü olan bir zeytin ağacı gibi,
Çok şey görmüşüm gibi,
Ve çok şey geçmiş gibi başımdan,
Ah...dedim sonra
Ah!

İç ses, diye söylendim
Çocukken şöyle dua ederdim Tanrı’ya:
Tanrım bana hiç erimeyen,
Kırmızı bir bonbon şekeri yolla.
Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik
Kardeşimle kendimize durmadan,
Olmayan çayları,
Olmayan fincanlardan içerdik.
Olmayan kapıları açardık,
Olmayan ziller çaldığında.
Siyah papyonlu olurdu mutlaka
Resim defterimizdeki damat.
Yedi günde yarattığımız dünya
Mutlu olurduk pastel koksa.

Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya:
Olanlar oldu tanrım
Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla!

Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Kapının arkasında yokum demiştim
Ve divanın altında da.
Bulamazsınız ki artık beni,
Hayatın ortasında.
Kaybolmak istemiştim bir zamanlar
Beni kimse bulamazdı
Tanrı’nın arkasına saklansam.
O Kocamandı, en kocamandı o.
Bir kız çocuğunun hayalleri kadar.

Bir zamanlar kendimi
Bulunmaz Hint kumaşı sanmıştım.
Kaç metredir benim yokluğum?
Benden daha çok var sanmıştım.
Benim yokluğumdan dünyaya
Bir elbise çıkar sanmıştım.
Dünyanın çıplaklığına bakmaya utanmadan
Sonunda ben de alıştım.
Ah...dedim sonra,
Ah!

Güzin Ablası kitaplar olan bir kızdım,
İçim sıkılmasa o kadar
Tek bir satır bile okumazdım.
Taş bebeğim ters çevrilince ağlardı
Bir derdi var derdim.
Derdimi demeyi ben taşbebeğimden öğrendim.
Ninni derdim, ninni bebeğim!
Cam gözlerini kapardı, naylon kirpiklerini.
Plastik gözkapaklarının ardında,
Bilirdim rüyaları yoktu bebeğimin,
Gözyaşları da.
Ağladıkça tükürüğümden sürerdim gözaltlarına.
Bu kadar kolay harcamazdım rüyalarımı,
Kırmızı çantamda bayram harçlıklarım olmasa.

İnsan çıtır ekmeği ısırdığında,
Kırıklar dolar kucağına,
İşte orası umudun tarlasıdır.
Ve orada başaklar ağırlaştığında,
Sayısız ah dökülür toprağa.

İç ses, diye söylendim
Ve ah dedim sonra,
Böyle ah demeyi beli bükük bir ahlat ağacından öğrendim.

Dallarına salıncak kurardı çocuklar,
Hızlı yaşanan bir hayatın şarkılarıydı salıncaklar.
Meyveleri tatsızdı
Eski bir lanetten dolayı
Herkes dişlerdi acı meyvelerini,
Ve herkes söverdi ona.
İsmini yazardı herkes onun bağrına,
Ah derdi o. Ah!

Bıçağın ucundaydı insanların hafızası
‘İnsan unutandır
ve insan unutulmaya mahkum olandır.’
Tanrı şöyle derdi o zaman:
Ah!

Ne çok dikeni vardı ahlat ağacının tanrım,
Ulaşılamazdı,
Sen sarılmak istesen ona,
O sana sarılmazdı.
Ne çok dikenin vardı Tanrım!
Ne çok isterdim,
Sana sarılamazdım.
Ve şöyle derdim o zaman:
Ah!

Ahlat ahların ağacıydı,
Yaşlanmaya başlayanların,
İtiraf edilememiş aşkların,
Evde kalmış kızların.
Ahlat ahların ağacıydı,
Cezayir nasıl cezaların ülkesiyse,
Öyleydi işte.

Ve etimoloji Eti’lerden kalma
Bir zaman birimiydi yanılmıyorsam.
Ve yanılmıyorsam yalnız insanların,
Kahvaltı edip ağladıkları pazar sabahları yokmuş o zaman.
Mesela o zamanlar
Mutsuz olduğunda insanlar,
Yok olurmuş bazı dakikalar.

Gülümsedim o sıra,
Bazen sevinirim,
Sevinmek nedense hep yedi yaşında
Ve ah... dedim sonra,
Ah!

Bazen ah diyorum durmadan,
Şimdi ben ahlatın başında,
Otuz iki yaşımda.
Ahlar ağacı gibi.
Rengarenk çaputlar bağladım yıllarca dallarıma,
Mavi, mor, kırmızı ve yeşil,
İstedim, hep istedim,
Sen iste derdim, iste yeter ki
Vereyim.
Her istediğimi verdim.Arttım, fazlalaştım,
Eksikli yaşamaktan.
Ahlar ağacıyım, gibisi fazla.
Başka bir şey istemem
Artık beyazlaşan üç-beş tel saçıma,
Hesabımı vermekten başka.

Vasiyetimdir:
Dalgınlığınıza gelmek istiyorum
Ve kaybolmak o dalgınlıkta.

At arabasıyla kağıt toplardı
Her sabah çingene kadınlar.
Üst üste yığılırdı buruşuk kirli kağıtlar
Şaşırırdım
Kadınların mı yoksa kağıtların mı memeleri kocaman?

Bir zamanlar öfkem beni zora koşardı.
Kızıl yelelerim yapışırdı terli alnıma
Ne eğere gelirsin ne de semere derledi bana,

Yeniden doğmuş olurdum oysa,
Öldüğümü sandıklarında,
Yalnızca kağıtlarda iyi koşan bir at olarak.

Vasiyetimdir:
En güçlülerinden seçilsin
Beni taşıyacak olanlar.
Ahtım olsun,
Yükleri ağırlaşsın diye iyice,
Tabutumun içinde tepineceğim.


2-
Bir göl vardı evimizin karşısında,
Mavi gözleri olan,
Kara yağız bir şehirde yaşamışım meğer yıllarca.

Ya siz,
Nasıl bilirdiniz çocukluğunuzu ey cemaat?
Nasıldı
Öldürdüğünüz birinin cenaze namazını kılmak?

İlk üç vişneyi verdiğinde bahçedeki ağaç
Annem sevindiydi hatırlarım.
Ah demişti.
Ah!
Üç küçük kırmızı dünya verilmişti sanki ona.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı.
Bazen sevinince annem gibi,
Rengarenk reçeller dizerim kalbimin raflarına.
Annem çok sevinmelerin kadınıydı,
Sıcak yemeklerin.
Başına diktikleri o taş,
Ne zaman dokunsam soğuktur oysa.
Ben okşadığımda ama, ısınır sanki biraz.

İç ses!
Bu bahsi kapa!

Mutfağa gidip domates çorbası pişirdim.
Çoktandır öksüz olan mutfakta
Buğulandı ve ağladı camlar,
Gözyaşlarını kuruladım perdelerin ucuyla.
Çoktandır öksüz olan dünyaya baktım,
Allah babasıyla baş başa kalmış insanlara,
Poşetin tamamını beş bardak suya boşaltınca,
Sanki biraz rahatladım.
Kazanlar dolusu çorba kaynatsam sanki,
Artık kimse mutsuz olmayacaktı.
Ah...dedim sonra,
Ah!
İç sıkıntımla çektirdiğimiz bu fotoğrafta,
Aynı vampir gibi çıkacağız.
Kırmızı çorbama ekmek doğrayınca,
Sanki biraz ferahladım.
Karıştırdım ve iç ses diye fısıldadım:
Hala aç mısın?

Bir tren geçti yine tam o sıra
Ustura gibi kara,
Düdük çala çala,
Geçti şiirimin ortasından.
Kes şunu dedim, kes artık!
Oldu olacak,
Kan kardeşi olsun ruhumla yollar.
Merak ederdim,
Kesik başları ve sarı ışıklarıyla
Nereye gider bu insanlar?
Raylar uzanırdı içimde kilometrelerce
Bir kara yılan gibi,
Bilemezdim menzil neresi?

Ah...dedim sonra
Ve acilen makas değiştirdim.
İç ses, diye söylendim,
Raydan çıkma bundan sonra.

Kuyruk sallardı,
annemden kalma maaşım
her üç ayın sonunda.
Sevinirdi,
Kocaman bir kara kediyi okşamış gibi ellerim.
Sarımsak kokulu fötr şapkalı amcalarla,
Muhabbet ederdik kuyrukta.
Bizler sarımsak kokan uzun bir dizenin,
Fötr şapkalı kelimeleriydik,
Çürük dişlerimizle bizler,
Dökülmüş harfler gibi kelimelerden,
Saf ve pembe gülümserdik.
Bizler her üç ayın sonunda yeniden doğan bebeklerdik.
Neden ilerlemiyor bu kuyruk derdik,
Neden hep aynı yerdeyiz,
Hayattan söz edilirdi,
Zor denirdi,
Ve ardından susulurdu mutlaka.

Fötr şapkalı amcalardan biri
Ah derdi sonra,
Ah!
Kuyruk öfkeyle kıpırdanırdı o zaman.

3-
“Bir Arap şairi şöyle demiş,
Savaşta yenilen halkına,
Ağlamayın, ağlamayın, acınız azalır”

Uzun bir dize dayardı hayat her sabah karnıma
Şiir için düelloya gelmiş bir sevgili gibi,
Sorardı:
Daha yazacak mısın?
Hayır derdim,
Artık yazmayacağım.
Ama şöyle denir:
Kılıç çeken kılıçla ölür.
Ama şöyle denir:
Kaderden kaçılmaz.

Ama yazgısını yaldızlı çokomel kağıtları gibi,
Tırnaklarıyla düzeltemiyor insan.
Yıllarca biriktirdim
rengarenk çokomel kağıtlarını kitap aralarında.
Aşık olduğumda,
Çikolata kokardı kırmızı yazgım.
hayatıma hayat diyemem artık.
sarı yazgım her sonbahar onu
biraz daha fazla, ömür yaptı.
Maviye de, yeşile de dili dönmez ömrümün artık.

Kara yazgımı şimdi kim bilir
Hangi kitabın arasında saklıyorsun tanrım?
Ah.. dedim sonra
Ah!

İç ses, diye söylendim,
Başımda rüzgar vardı
Başımda uğultular...
Kalbim usulca kıpırdardı
Ve ses çıkarırdı dokununca
Çan çiçeğiyle karıştırırdı onu belki
Bir başkası olsa.
Başımda rüzgar vardı,
Yine esiyordum
Hızla dönmeye başladı kalbim
Rüzgargülüyle karıştırırdı onu belki
Bir başkası olsa.
Başımda uğultular...
Fırtına çıktı sonra,
Yaşadığını anladı kalbim,
Böyle yaşanamaz derdi
Bir başkası olsa.

Bir zamanlar meydan okumak isterdim.
Kaç meydanını okudum da bu hayatın.
Yalnızca iki harfini öğrendim:
A
H!

Ah benim nergis kokulu cehaletim...
Ruj lekeleri bıraktın bardaklarda
Anlatmak isterdin kendini durmadan
Bir bardağa bile olsa.
Ne diyecektin, ne söyleyecektin
Şairlerin şahı olsan,
Bir AH’dan başka.
Ah benim nergis kokulu cehaletim
Bana yıllarca, bunca sözü boşa söylettin.
AH!

Güçlü bir el silkeledi beni sonra
Sanırım tanrının eliydi,
Sayamadım kaç ah döküldü dallarımdan,
Çok şey geçmiş gibi başımdan
Ah dedim sonra,
Ah!

İç ses, diye söylendim.
Gel!
Ahlar ağacından sen de biraz meyve topla.

Vasiyetimdir:
Bin ahımın hakkı toprağa kalsın...

9 Eylül 2012 Pazar

Simone de Beauvoir - Kadın İkinci Cins

“”Kadın olmak der Kierkegaard, öylesine garip, karışık, karmaşık bir şeydir ki, hiçbir yüklem onu tek başına anlatamadığı gibi, kullanılacak çeşitli yüklemler bir tek kadının kaldıramayacağı kadar çelişir.” Buysa kadının olumlu bir biçimde yani kendisi için varolam varlığına göre değil de, olumsuz bir biçimde yani erkeğe gözüktüğü gibi ele alınmasındandır.”

4 Eylül 2012 Salı

Füruğ Ferruhzad



İranlı şair, yazar, oyuncu, yönetmen, ressam. İran'ın 20. yy'da yetiştirdiği en önemli kadın şairlerindendir.


Yaşamı 

Babası Muhammed Ferruhzad ile annesi Turan Veziriteber'in yedi çocuğundan üçüncüsüydü. Mahalle mektebinde 9. sınıfa kadar devam ettikten sonra kız sanat okuluna gitti. Burada resim, dikiş-nakış ve el sanatları öğrendi. Hicivci şair Füruğ, 16 ya da 17 yaşlarına geldiğinde Perviz Şapur ile evlendi. Eğitimine kocasının yanında Ahvaz'da devam etti. Bir yıl sonra tek çocuğu olan Kamyar'ı dünyaya getirdi. Evliliğinden iki yıl sonra 1954 yılında Füruğ, eşinden ayrıldı. Mahkeme Kamyar'ın velayetini babasına verdi.
Füruğ, Tahran'a geri dönüp şiir yazmaya devam etti ve Esir adını verdiği ilk kitabını yayınladı.

1958 yılında İbrahim Gülistan'la tanışır ve dokuz ayını Avrupa'da geçirir. Şair bu dönemde yaşamının esin kaynağı olan şiirlerine devam eder ve hızla iki kitabını daha piyasaya sürer. Bunlardan ilki Duvar ve diğeri de İsyandır.
İranlı cüzzam hastalarını ve onların sorunları ile ilgili olarak Tebriz'de film yapar. 1962 yılında filmi Kara Ev adını verdiği filmiyle dünyanın çeşitli yerlerinde ödüller kazanır. Film çekimi sırasında cüzzamlılar evinde tanıştığı Hüseyin Mansur isimli çocuğu evlat edinir.
1963 yılında Füruğ, Yeniden Doğuş adlı eserini yayınlar. Artık şiirde olgunlaşma dönemidir ve sanatsal düzeyi yüksektir. Bu kitabıyla şair, İran şiirinde derin ve etkileyici değişikliklere yol açmıştır.

13 Şubat 1967 tarihinde öğleden sonra saat 14.30'da stüdyoya gitmek için hızla seyir halindeyken karşısına çıkan okul aracına çarpamamak için direksiyonu kıran Füruğ, aracından fırlayıp, boynunun kırılmasıyla 32 yaşında hayata gözlerini yummuştur.
Modern İran şiirine önemli katkılar sağlayan şairin ölümünden sonra çalışmaları Soğuk Mevsim adı altında bir kitapta toplandı. Michael Hillman, Yalnız Kadın adıyla onun hayatını ve şiirlerini 1987 yılında yayınladı. Şairin şiirleri ve yaşamı hakkında daha pek çok makale ve kitap yayınlandı. Hayatı filme çekildi.
Füruğ Ferruhzad, şiirlerinde kadınların sorunlarını ele almakta, İran toplumunun kadınlara karşı uyguladığı ayrımcılığı eleştirmektedir. Bu fikirleri zaman zaman şiddetli tartışmalara yol açmıştır. İran'da kadınların yaşamlarının daha iyi hak ve koşullara kavuşmasını savunmaktaydı. Dönemindeki Şah'ın despotluğuna da karşı çıkmıştır. Şiirleri kimi zaman İran toplumunca erotik bulunmuştur.
İranlı yönetmen Abbas Kiyarüstemi'nin 1999 yapımı Rüzgar Bizi Sürükleyecek filminin adı, şairin bir dizesinden alıntıdır.

Didem Madak



1970'te İzmer'de doğdu. İlk ve orta öğrenimini İzmir'de tamamladı. 
Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Genç kuşağın usta kadın şairlerinden. 
Ruhunu ütüsüz ve buruşuk gezdirmeyi sevdiğinden hiçbir zaman yeterince "düzgün insan" olamadı. 
Tezgâhtarlık, sekreterlik, anketörlük gibi işlerde çalıştı. İlk şiirleri Sombahar ve Ludingirra dergilerinde yayınlandı. 
Bireysel ve toplumsal özgürlük vurgulu şiirlerinde kadının iç dünyasını yansıtıyor. 
Grapon Kâğıtları isimli ilk kitabı İnkılap Kitabevi Şiir Ödülü'nü aldı.


Didem Madak, 1990'lı yıllarda ortaya çıkan şairlerin nadir iyilerinden biri. 

Özellikle, 1980'li yıllarla birlikte beliren farklı şiir çizgilerinin çoğu ortak bir paydada buluşmuştu: yoğun imgecilik. İkinci yeni şiirinin bunda tabii ki payı vardı. Ancak, modern gelenekçi çizgiler olsun, divan şiirini çağdaş bir kimliğe dönüştürmek isteyenler olsun ya da bunlara hiç bağlanamayan farklı şiir çizgilerinin çoğu etkili bir imgeciliğin izini sürdüler. Madak'ın 1995 ilkbaharında yayımlanmaya başlayan şiirleri sınırlı da olsa bir grup şiirsever için ilgi odağıydı. Gündelik dil, gündelik hayat tüm içtenliği, çocuksuluğuyla; kendine özgü ironisi, eğretilemeleri ve imgeleriyle şiirde inanılmaz bir duruluğu, insanın hallerini su yüzüne çıkarmıştı. Mükemmel şiirler miydi bunlar? belki değil. Ama, madak, farkına fazla varmadan şiire inanılmaz bir hakikiliği taşıyordu. Yıllar geçtikçe yoğunlaştı, olgunlaştı bu şiir. Çekiciliği, şiirlerin duruluğuydu. 2000'de çıkan grapon kağıtları adlı ilk kitap bir bütün olarak okunduğunda, çocuksuluğu, sıradanlığı içinde barındırırken; hem garip şiirini sevenleri, hem de ikinci yeni şiirine tutkuyla bağlı şiirseverleri aynı oranda hoşnut etmişti. Bu şiirin temel ayrıcalığı, kendine özgülüğü oldu.

Madak, ikinci şiir kitabı ah'lar ağacı'nda kendine ait bir şiir kıvamını, rengini belirginleştirdi. Şehirli insanın günübirlik söylemi, dildeki sıradanlığı hatta şehir argosunun bile açık izleriyle karşılaşıldı. çocuksuluk, evin gündelik, sıkıntılı hayatı ve ruh halleri bu kitaptaki şiirlere tam anlamıyla sinmişti. Hüzün, sıkıntı bu şiirlerde artık dibe çökmüş gibiydi. hakikilik hep çocuklukta, çocuksuluktaydı şair için. Sevinmek nedense hep yedi yaşında diye bir dizeyle bile karşılaşılmıştı. ikinci kitabıyla birlikte, şairin bu şiirinde kendine has anlatımcılığı, sınırlı da olsa bir öykülemeciliğe dönüşüyordu. Zaten şiirde, bu özellikleri kullanmadan sıradan hayatın gizil izlerini sürdürmek son derece zordu.

öykülemeci şiir

İlgiyle izlenen bu şairin, kısa süre önce üçüncü şiir kitabı çıktı: Pulbiber mahallesi. 
Madak'ın önceki kitaplarında devamlı hissedilen çocuksuluk, masalımsı hava, bu yeni kitapta bambaşka bir kimlikle ortaya çıkıyor. Madak, bu kez bağımsız yazılmış şiirleri bir araya getirmemiş. en azından tüm şiirleri bir kitap bütünlüğü içinde kurgulamış; ortaya onbeş şiir-bölüm-den oluşan bir yapıt çıkmış. Madak'ın önceki kitaplarında yer alan bazı özellikleri geri plana çekilirken, bazıları belirgin bir biçimde öne çıkmış. Örneğin, bu kitap, öykülemeci bir şiir diline yaslanıyor. Daha da önemlisi bu dil ve kurmacadan hareketle madak bir 'modern masal' kaleme almış. bu şiirde kozmopolit kent hayatının insana, bu insanların evine taşıdığı gerginlik ve kaosun izlerine hep rastlanıldı. Bu modern masalda ise söz konusu özellik tüm kitaba yayılmış. Sıkışıp kalan, yalnızlaşan, yabancılaşan insan farklı kahramanlar, semboller yoluyla kitaba yedirilmiş. ilginç metaforlarla yüz yüze kalınmış. Şiirlerden birinde oğuz atay'ın tutunamayanlar romanına gönderme yaparken, bir şiirin başında yine atay'ın tehlikeli oyunlar romanındaki trajikomik kahramanı hikmet benol'dan alıntı var. ya da bir sabahattin ali öyküsü ve kahramanından izler. Bu küçücük kesitleri anımsatmamızın nedeni, bu şiir kitabının özünün de modern hayatın dışlanmış, itelenmiş kentli insanının bugünkü konumunu, şairin kendi ben'ini de katarak kitap boyu sorgulaması. Ancak bir masal edasıyla.

Aslında, şiirde, zor ve riskli bir işe sıvanmış madak. Kitapta kurguladığı mahalle, istanbul'un tam anlamıyla bir kültürel kozmopolitliğini işaretliyor. Yani modern olanla dışlanmışların birlikte yaşadığı bir kozmopolit ortamı. Dolayısıyla gündelik hayatın sıradan dil ve söylemi, argo şiirdeki öykülemeciliğin kopmaz bir parçası oluyor. ama, madak, tabii ki öykü anlatmıyor. İlginç bir şiir dili, ve tadıyla da bu öykülemeciliği hayata geçiriyor. Kaçınılmaz olarak, hüzün yüklü bir ironi, kurmacanın çoğu kesitinde belirginleşmiş. İmge kadar sembol ve metaforlara da baş vuruyor şiirlerinde. Öykülemenin kahramanları insan veya hayvan olsun –özellikle de kedi– yalnızlaşmanın, yabancılaşmanın çekici sembolleri. ancak, şiirde öykülemeci dilin getirdiği doğal risklere bazı şiirlerin kesitlerinde şairin teslim olduğu söylenebilir. Bu, temasal olmaktan çok, şairin dili ve dizeyi oluştururken, meydana çıkan gevşeklik, esnekliklerle ilgili. dolayısıyla da öykünün dizeye, şiir diline baskın olduğu şiir kesitleriyle karşılaşılıyor. örneğin 'mahallede bomba patlıyor' adlı şiirde tek tek çok güzel dizelere rastlansa da, öykülemecilik şiirin yapısının daha bir önüne geçiyor. Çoğu uzun şiirde de böyle kesitlere rastlanıyor.

Bu saptamaların yanında, kitap yapı ve kurgu itibarıyla, örneğine az rastlanır güzelliklerle de dolu. Pulbiber mahallesi işaretlediği coğrafyanın, galata, tünel, beyoğlu vs. toplumsal travmasının da sayısız izdüşümlerini içinde barındırıyor. hem de çarpıcı imge, simge, öyküleme ve çağrışımlarla. öte yandan, bu coğrafyadan hareketle asıl sorgulanan, insanın halleri, sevgisizlikler, içe dönüklükler, içe kapalılıklar. Özneler aslında, modern hayatın zavallılığını, modern insanın hayata dair çaresizliğini işliyor. şairin, ne kadar büyüse, olgunlaşsa da, önce kitaptaki gibi çocukluğuna, çocuksuluğuna duyduğu özlemin izleri tüm kırılganlık ve isyanlarıyla kitaptaki şiirlere yedirilmiş. Öte yandan, şairin dilsel anlamda ciddi bir hakimiyet kurduğu çok sayıda şiir –bölüm–de var bu yapıtta. Örneğin 'poşet süt' şiirinde mükemmel bir şiir yapısıyla karşılaşılıyor. ilk üç şiirdeki 'büyümek' fiili 'büyü', 'büyüyüm' gibi sözcüklerle apayrı dilsel, sessel çağrışımları işaretliyor. Şairin sözcüklerle kurduğu 'büyülü' anlam dünyasını gün ışığına çıkartıyor. Hem de tam bu masalımsı atmosferle.

roman esintileri

Çoğu şiirde, arkadaşları ve kedileri birer özne olarak, öykülemelerde ve şiirsel yapıda ayrıcalıklı bir önem taşımakta. Özellikle de zeyna, kitabın kahramanının biricik yoldaşı. Yalnızlık veya ondan kaçış veya paylaşmanın en önemli sembolü zeyna. 'pulbiber mahallesi'ni tanıyalım'da roman kültürünün etkili esinleri, şiirleştirilme becerisi var. Hem de abartısız ve dil ustalığıyla. Argodan fazlasıyla esin alınarak yazılan 'pulbiber mahallesi tarihi' aslında Madak'ın bugüne kadar yazdığı en cüretkâr ve o denli de başarılı şiiri. 'Bizden başkalarına, onlara, çocuklara', çocuksuluğun, dip gezintilerin öne çıktığı etkili bir şiir. Ama, özellikle bu şiirin başlarında şiirin yapısında bir 'gevşeklik'e ne yazık ki rastlanıyor. 'Kaza anıları' adlı çok başarılı şiirde dolaylı bir beat şiiri esinleri var. 'karşılıksız hayat' adlı uzun ve etkili şiir; içindeki şehir hayatını kıyasıya sorgulamanın yanında, nefis bir masalımsılığı, özel insan ilişkilerini, tanrı olgusuyla hesaplaşma ve gündeliğe yansımasını içinde barındırıyor.

İroninin ön planda olduğu bu kitabın son şiiri 'kendim ettim kendim buldum'u özellikle anmak gerek. bu şiirde, diğer masallarda olduğu gibi eşyalar çokça canlanıyor; hareketleniyor bazı kesitlerde. Masallarla bugün arasında şairin kurduğu akrabalık belirginleşiyor. 'oyun' imgesi ilk kez kitabın da topyekün bir sorunsalı olarak çıkıyor ortaya. açıkça "bu oyunun kurucusu benim" diyebiliyor. Bu son düzanlatım şiiri bir sayıklamayla, poetik bir metin olma arasında gidip geliyor. Kitabın bu düzanlatımcı şiirin sonunda, aslında madak, kendine, ben'ine yaslanan bir tür bildirge sunuyor. Ruh hallerindeki gidip gelişleri, poetikası, politikası hakkında fikirler veriyor. İnsanın trajik halinin, durumunun izini sürdüğünü belgeleme çabasında. Özellikle sonu çok güzel, çarpıcı bu düzanlatımın. Kendi ben'inden hareketle modern insanın kıskaçları su yüzüne çıkıyor. Çarpıcı bir son bu. Önceki şiirlerin tamamıyla sorunsal anlamında örtüşüyor bu metin. Ama, şiirsel yapının gücü konusunda birtakım kaygılarımız olduğundan söz etmiştik. 

Didem Madak, bu son ürünüyle de, özellikle son yirmi yıl içinde çıkan nadir şairlerden biri olduğunu bu kitabıyla da kanıtlıyor.

Orhan Kahyaoğlu, “modern masal tadında şiirler”, ( radikal kitap eki ), 4 mayıs 2007

Nina Pastori - Falete / Valgame Dıos


Flamenco'nun sultanlarından