25 Ekim 2013 Cuma

Ingeborg Bachmann - Malina'dan










“Kimi zaman bana neden içinde her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, ütopya niteliğinde bir dünyayı tasarımladığımı sordular. Yaşadığımız günlük yaşamın iğrençliği göz önünde tutulduğunda, bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler, günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz. İnsan, ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. Ve ben bu materyalizm, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte inandığım bir şey var ve ben buna ‘bir gün gelecek’ diyorum. Ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, çünkü onu hep yıktılar, binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek ama, ben yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam yazamam.” (Haziran, 1973)

14 Ekim 2013 Pazartesi

Ulaş Metin'in Objektifinden


Yine bir pazar günü, Ulaş'la birlikte fotoğraf çekmeye gittik. Hem biraz nefes alalım, hem de bir şeylerle uğraşmak her zaman iyi geliyor galiba insana. 
Yıldız parkı'nın görüntüsü ve doğası gereği, her zaman ki gibi doyurucu oldu fotoğraflar :) Ben bayıldım ! :) 

Eline Sağlık Ulaş :) 


“İçimde dışarıya çıkmak isteyen bir şey vardı, ben onu yaşamaya çalışıyordum yalnızca. Neden böylesine güçtü bu?”

Herman Hesse - Demian


(…) ben seni bir çocuğun annesini sevdiği gibi seviyorum. Yalnızlık benim ruhumu kemiriyor, düşüncemi çürütüp yıpratıyor. Bütün rahatsızlıklarım benim yalnızlıktandır…

Furuğ Ferruhzad 



sevgilim… bu dünyayı ben uydurdum 
desem, sonrasını diyemiyorum

sevgilim, günün belli saatlerinde seni unutmayı deniyorum. 

Birhan Keskin


 Bırak kentleri, bırak yapıların görkemini, yoksulluğunu, bırak yolları, istasyonları, insanları, yabancıları, sevdiklerini, çocukluğunu, ölen uzaklardaki insanlarını, bırak, bırak, bırak içinde seni kemiren seni bırak.*

Tezer Özlü



"Sana rastladığımda benim için hem tensel hem ruhsal olandın. Bu ikisi birbirinden asla ayrılamaz Ingeborg."


Fotoğraflar, nesneleri ne olursa olsun, hep dönüştürücü bir etki yaparlar; herhangi bir şey, bir görüntü halini aldığında, gerçek hayatta olmadığı şekilde güzel -korkutucu, dayanılmaz- olabilir pekala." Susan Sontag


Yalnızlık hazır bulunmaz, oluşturulur. Yalnızlık, yalnız başına oluşturulur. Ben öyle yaptım. Çünkü orada yalnız olmam, kitap yazmak için yalnız kalmam gerektiğine karar vermiştim. İşte böyle oldu.” Marguarite Duras





http://ulasmetin.deviantart.com/














11 Ekim 2013 Cuma

Frida Kahlo: Bir Fahişe Olarak Doğdum



Her kadın gibi kurbanıydı toplumun, öteki idi. Ama köşesine çekilip acılarının öylece geçmesini beklemedi. Kendisi ile yüzleşirken aslında kadınlığı ile de yüzleşiyordu her fırçayla.


Frida Kahlo.  Ressam, Feminist, Komünist ve Aşık.
----Neyi anlatmalı, neyi es geçmeli Frida ile ilgili karar vermek zor. O nedenle bir tarafı hep eksik kalacak bu yazının, bitmeyecek. ---
İnanılmaz bir yaşam hikayesi var Frida Kahlo’nun. Yaşam hikayesi yerine yaşam mücadelesi demeli belki. Hayatı mücadele ile geçen güçlü bir kadın çünkü  Frida.
“Bir fahişe olarak doğdum” diyebilecek kadar cesur, “bir ressam olarak doğdum” diyebilecek kadar da kendine güvenen bir kadın öncelikle.
Baştan alalım. Meksikalı olan Frida doğum tarihini üç yıl gecikmeli olarak Meksika devrimine rastgelen 7 Temmuz 1910 olarak kabul etti. Belki biraz da genç görünmek istedi, olabilir, olsun. Devrimin asi çocuğu tanımlamasına uymaz belki yaşam öyküsü ama devrimin güçlü kadınıydı Frida.
Frida Kahlo’nun feminizmi üzerine detaylı ayrı bir yazı yazmak mümkün. Kısaca değineceğim ben. Hep bir oğlum olsun istemiştim diyen babasını mutlu etmek için erkek kılığına girebilen bir feminist düşünün. Öyle bir feministti Frida. Biraz tartışmalı bir konu Frida’nın feministliği. Bazı ‘katı’ feministler Kahlo’nun bir feminist olamayacağını da savunuyor.
Oysa sadece tabloları feminizminin birer kanıtı. Resimden anladığım sadece boyaları birbirine karıştırıp sonuçta hep siyahı elde ettiğim, yaptığım değil de ‘bozduğum’ tablolar. Kendi evimden başka hiçbir duvarda yer edinmeyen karanlık şeyler. Bırakın bir ressamı, amatör olarak resim yapan birine bile eleştiri getiremem belki.
Ama feminizmden az çok anlarım. Kendi gerçekliğini tuvale yansıttığını söyleyen Frida, kadınlık, doğum, kürtaj, cinsiyet rolleri ve daha nice sorunu cesaretle ve kendine has üslubuyla resmetmişti.
Bu açıdan baktığımızda Frida’nın yaptığı Cixous’un önerdiği dişil yazından çok da farklı değildi. Nasıl bir yazar kelimeleri bir araya getirerek sorunsalını kağıt üzerine dökerse, Frida da boyayı, fırçayı, tuvali ve renkleri araç edinmişti kendine. Resmettiği her bir Frida bir şekilde acı çekmekte olan bir kadındı.
Patriyarkal bir toplumda yaşayan, sadakatsiz bir eşe sahip, ciddi sağlık problemleri yaşamış, anne olmak istemiş ve olamamış bir kadının resmettikleri birçok kadının anlatamadıklarıydı.
Her kadın gibi kurbanıydı toplumun, öteki idi. Ama köşesine çekilip acılarının öylece geçmesini beklemedi. Kendisi ile yüzleşirken aslında kadınlığı ile de yüzleşiyordu her fırçayla. Kahlo için şöyle demişti bir eleştirmen: “Bu olağandışı insanın yaşamını ve eserlerini birbirinden ayırmak imkansızdır. Resimleri onun biyografisi”.
Kendi yüzünden ve bedeninden yola çıkıyordu Frida ve böylelikle  “kişisel olan politiktir” cümlesinin kanıtı oluyordu. Bu nedenledir ki  Frida’nın her bir tablosu biraz Simone de Beauvoir’un İkinci Cins’i, biraz  bell hooks’un “feminizm herkes içindir”i, biraz Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda”sı, biraz Butler’ın “Cinsiyet Sorunu”dur. Listeyi dilediğiniz kadar uzatıp, resimlerle dilediğiniz kadar eşleştirebilirsiniz. Sanat tam da bu değil mi zaten.


Yatağa bağımlı olduğu günlerde babasının aldığı fırça ve tuval, annesinin yatağının üzerine astığı ayna hayat vermişti Frida’ya. Aynadan kendi aksine bakıp, gördüğü farklı yüzleri resmetmişti.
Ne bir akım kaygısı vardı, ne de toplumda ressam olarak yer edinme. Yaşam öyküsünü yazan bir yazar gibi kendi portrelerini yapıyordu. Yatağa bağımlı bir bedenle olabildiğine özgür bir ruhun ortaya çıkardığı tezattır belki de onu bugün bildiğimiz kadın yapan.
Yaşaması bile bir mucizeyken, yürümeyi başarabilecek kadar inatçıydı ve asıl savaşı aslında bundan sonra başlamıştı. Aşık oldu.
Hikaye buradan sonra bazılarına ters düşmektedir. Çünkü bazılarının feminizmi ile uyuşmaz Frida’nın aşkı. Kendisini aldatan bir kocaya, her şeye rağmen, tapmaktır Frida’ya göre aşk. Yok edicisine boyun eğen bir kadın. Öyle midir gerçekten?
Başa dönelim yine. İki büyük kazadan bahseder Frida, birincisini biliyoruz zaten. İkincisi ise Diego’dur. Aşık olduğu adam.  Komünist, Ressam Diego Rivera.
Kendisinden yirmi bir yaş büyüktü Diego. İki kez evlenmişti, çocukları vardı. Çapkınlığı ve sadakatsizliği ile tanınırdı.  Birçok kişi gibi Frida’nın annesi de evliliğe karşı çıkıyor,  aralarındaki ilişkiyi bir güvercin ile filin birlikteliğine benzetiyordu.
Ona göre Diego “çok yaşlı, çok şişman ve daha da kötüsü bir komünist ve ateist” idi. Doğrusu Diego koca bir çınar gibiydi ve Frida küçüğü idi onun. Olması istenmeyendi aşk, sınır çizilendi ancak adına yaraşır şekilde kendi yatağını bulup, var etti kendini.
Birbirlerine aşıklardı fakat hep olur ya “ama” vardı ilişkilerinde. ‘Çalkantılı’ basit bir kelime belki ama evet ‘çalkantılı bir aşk’ idi onlarınki. Herkesin başarısız olacaklarına inandığı bir evlilik yaptılar, belki de herkesin başarısız olmasını istediği bir evlilik.
Birlikte büyük acılar yaşadılar; sağlık sorunları, düşük, mesleki başarısızlık, sadakatsizlik. Bazen karşılıklı.
Diego’nun Frida’nın kızkardeşiyle birlikte olmasının ilişkilerinde büyük yara açtığı söylenir. Frida’nın da farklı kadın ve erkeklerle dahası Meksika’da sürgünde olan ve evlerinde misafir ettikleri Troçki ile birlikte olduğu da yazar kaynaklarda. Bir dönem boşanırlar ancak ayrılık aşklarını bitiremez, yeniden evlenirler.
Onlarınki sadece aşk değildi; yoldaşlık, dostluk, annelik, babalık, çocukluk, meslektaşlıktır da. Birbirlerini “ülkenin en iyi ressamı” olarak nitelediler. Destek oldular birbirlerine. 
Başkalarının tenlerinde bulsalar bile dönem dönem kendilerini, hep birbirlerinde buldular huzuru ve huzursuzluğu, kısacası hayatın ta kendisini.
Sağlık sorunları yaşarken de, kocasıyla olan fırtınalı ilişkisinde de, mutlu günlerinde olduğu gibi resim yapmaya devam etti Frida. Amerika’da ve Fransa’da sergilere dahil oldu.
Ülkesindeki ilk kişisel sergisinde yataktan çıkmaması öğütlenmişti, çareyi yatağı sergi salonuna taşıtmakta buldu. Öyle de güçlü, öyle de inatçı idi.
Ölümden sonrası için “Yatarak çok fazla vakit geçirdim. Yakın sadece” diyerek yaşamın ölüm dahil tüm trajedilerine gülebilen bir kadındı.  13 Temmuz 1954’te gözlerini yumdu Frida. Gömülmedi, çok yatmıştı zaten. Yakıldı. Külleri şimdi müze olan Mavi Ev’de sergileniyor.
Saplantılı denebilecek kadar aşık bir kadındı Frida. Eğer boyun eğdiyse de aşk üzre boyun eğdi. Aynı hikayeye bakıp Frida’yı yenik ve güçsüz bulabilirsiniz ya da güçlü bir kahraman. Aynen onun aynı yüze bakıp, farklı kadınlar yaratması gibi. Gücü de, sırrı da belki buradadır. (SK/ÇT)

8 Ekim 2013 Salı

Birhan Keskin - Yağmur




Ömrün bir şey anlatıyor sana,ama sen anlamıyorsun ! 
Yağmur durmadan yağıyormuş ;
Hiçbir şey rastgele  değildir.
Hiçbir şey rastgele  değildir .

Kim Bağışlayacak Beni - Yağmur  / Sayfa. 59 



Lhasa De Sela - Is Anything Wrong [Live In Montreal]


"Ölümsüz kadın " 




Ürperti, baş dönmesi ve bir nar içimdeki / Birhan Keskin

Nefesim daraldığında yaptığımı yaptım, bir hayatı başka yerden bilmeye davrandım. Birhan Keskin'in damarından kendimi aşağı bıraktım
Sonbahar ürpertisiyle geldi. Kızıl gri gökyüzü, yaprak hışırtısı, köpüklü nefti denizle. Okul kokusuyla elbet. Demli çaya, o çayı avuçta ısıtan, ince belli bardağa minnetle. Anımsayış ve hesaplaşmayla geldi sonbahar. Uykusuz gecelerin huzursuz sabahlarıyla.
Bir şeylerin arifesinde olma hissiyle geldi sonbahar. Kenya’da din kisvesi altında, anne karnında başlamamış hayatları noktalandıran alışveriş merkezi vahşeti, Türkiye’de ambalaj kağıdından söküldüğünde ne çıkacağı bilinmez bir demokratikleşme paketiyle. Hiçbir şey yaşanmamışçasına duvarlara monte o eğreti çiçek bezelemeleri arasındaki park ve betonlu Taksim’i, o parkta ve meydanda yaşananların acısı çıkarılan tribünlerle. Çok pis oyunlarla kısacası. Bol riya, azıcık hakikatle.
Bana yetmez olduğunda hava, nefesim daraldığında yaptığımı yaptım. Haberler dahil bir hayatı başka yerden bilmeye davrandım. Birhan Keskin’in damarından kendimi aşağı bıraktım.
Dünya ağrısı
“Serin bir rüyanın hatırınadır/çektiğim dünya ağrısı” demişti o. Dünya ağrısı sözünde kaldım. Memleketin şiiri sakız manilerine indirme meyli vardır ya, Gazze bombalanırken bir vakit, yazdığı o tokada çarptım.
Gazze’de hava bulutlu on yedi derece,
Nem yüzde 16, rüzgâr saatte 13 kilometre.
Saldırıda ondokuzuncu gün, yirminci gece.
Ölü sayısı binin üstünde, yaralı binlerce.
Şimdi önümde dört çöl fotoğrafı koydum.
Dört mecaz olsun diye serin, kanlı dünyaya
Duygusal konuşmak için şairler var diyor,
Okkadar dallama birileri tv’de Gazze üstüne. 
Televizyon, sureti zulümlerin resmi geçidiydi yine. Dörde, altıya bölünmüş, her karesinden ayrı bir ses böğürüyordu. Elimdeki kitap kıvamlanıyordu giderek. Yoğun ve akışkan oluyordu. Haksızlığın üzerine kordan lav olarak akıyor, sığlığı yücelten, derini bilemeyen düzenin küllerini savuruyordu hırsla.
Ah siz, nasıl da “Siz”siniz buram buram, onlar avam.
Bu cahilin, yoksulun, barbarın ışık neyine, onlar ziyan! 
Siz “It was very amazing” derken “and fun”
Onlar özür dileyenlerdi ağacın ruhundan.
Balkonunuz çok yüksek sizin baş döndürüyor.
Dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor. 
Derdi vardı teğet yaşayanlarla, elden kayıp kaçanlarla. Nasıl olmasın? Onlar ki müsamereye çevirir şu koca hayatı, kalakalırsın orta yerde. Sanki bir sen gidemiyor gibisindir, günlük hayat her şeyi ve hatta zulmü olağanlaştırarak, istifini bozmadan akar yanıbaşından. O zaman işte çentikleyiverir şair bütün yanılsamaları.
Sizinle yaşadığım her şey kıyamet,
Sizinle yaşadığım her şey cinnet,
Sizinle yaşadığım her şey cinayetti. 
Ruh kirlendi,
kalbimin kenarında atını durduranlar için
akrep beslemekteyim.
Ellenen sedef
Birhan Keskin’de dekor niyetine bir doğa yok. Tekmil bitki örtüsü, hayvanlar alemi dile gelir de haddini bilir insan. “O beni sahilden, kendimi gömdüğüm, sertleşmiş ıslak kumdan aldı, elledi./ O benim sedefime elledi” dedirtir şair bir denizkabuklusunu. İşte onun sözleri de benim ‘sedefime eller’ öyle. Sobelenirim her seferinde.
Tevekkülün diğer adıdır o. İnsana dair her şeyi iliğinde bilmenin, taş gibi durmanın, titreşimleri emmenin ustasıdır. Anlattığı aşk, cana ziyandır. Nimet ve lanettir. “Sana böyle akmaktan çok korktuğum için/oldu her şey,/şelaleler de bu yüzden ilgilendiriyor beni” der. Yetmez, “Aklıma suyun intiharı geliyordu hep,/şelale deyince,/divaneliği söylüyordum” diye ekler, suya bakamaz olurum. 
Kubbelidir, ezel ve ebeddir aşk. Her zaaftan geçer de ilelebet soyludur yine de. Bir iç dünya, arka bahçedir. Yekpâre zamanın yitimidir. Koşulsuz ve hayvanidir. Bir akittir hayatla, anlamı geri verir.
Dünya ne ki sevgilim,
benim sana yaptığım kubbe yanında?
Düşsün, olsun, bırak
içinde yıldızlar patlıyor.
Kolaydır inanmak kadar inanmamak da.
İster sal kendini dünyaya, ister kal yanımda.
Her şeyden öte öyle sevdim ki ben seni
Yoluna baş koymak diyoruz
Biz barbarlar buna.
Böyle seven korkamaz. Korkuyu söyleyen korkudan azadedir artık. Birhan Keskin’in cesareti o çıkılamayan efsane zirvelere benzer. O yüzden onun şiiri ürperti ve baş dönmesidir bende. Okunmaz, hücreye zerk edilir. Hele de etten et koparan ayrılıktan bahis açmışsa… dibine kadar gidilecektir. “Bugün ayrılığın ilk günü. Hiçbir şeyi hiçbir şeye yoramayacak /kadar kara bir kının içindeyim. Kara bir kan içindeyim” dediğinde, o son noktaya gidilir.
Bu toprakların en hoyrat alanına, heteroseksizmin norm dayatmalarına isyandır da onun şiiri. Kainat yüzölçümlü ruhunu biricik aşkların ayaklarına sererken sevgilinin alışılageldik imgelerini, sevişme klişelerini tuzla buz eder. “Gövdenden gövdeme akan bir karanfil gecesi” der, kalakalırsınız. “Kendime de kırıldım az çok /hayatımdan teğet geçen kadınlara/ olduğu kadar,//dışarıda kar…” diye anımsar göze alınmış sonraları. Hani bizim çokluk ödeşmekten kaçtıklarımızı…
Birhan Keskin bir sağ kalandır. Hayatın içinde kerelerce doğulup ölüneceğini bilir, bunu anlatır. Mevsim döngüsünde yaşanan, göze alınan hayatı. “O eski hikâye bitti,/şaşkınlığımdan doğdum/denize düştüm/kuruyup geliyorum” dediğinde, bedeli ödenmiş bir hayat kesiti daha usulca kapanır. Onun teninden üzerime, düştüğü denizin tuzlu suyu damlar. Ürperirim kerelerce.
“Tecellinin içinde ecel durur sevgilim, görmedin mi?/Adaletin içinde bir zalim oturur” diyecektir daha. “Bomboştu her şey, elimde bir dünya tarağı/Gök ağlıyordu, ben zülfünü ördüm” diyecektir. Canı yandıkça öğrendiği şefkate de buyur edecektir. İnsan olmanın o tuhaf masalına. “İçimi açtım sana/İçini açmak için” diyecektir sonunda. Yani o sözün bizim içimizdeki uçurum yankısını bekleyecek, muhatabını dileyecektir. 
Onun okuru olmak
 da o yüzden ayrı bir serüvendir. “Dürtme içimdeki narı/Üstümde beyaz gömlek var” diye uyardığında, elim kalbime gider. İç kanamaları da görene teslim olurum dizlerimin 
 Haber - Karin Karakaşlı - Radikal