17 Kasım 2013 Pazar

Bazı kadınlar, kadınları sever


O kadar çok beklemiştim ki çizginin ötesine geçmiştim. Bu hal beklemenin de gelenin de anlamsızlaştığı bir hâl idi. Doğumda çok ağrı çektiği için, ağrının sorumlusu saydığı bebeği görmek istemeyen kadınlar gibiydim. Senden bağımsız ama içinde sen olan bu düşlerimin sorumlusu yine bendim. Gelmeyeceğini bilerek otobüsten inmeni beklemek en lirik şiiri yazmak gibiydi.
Ayrılmıştık, kabullenme sürecimi yaşıyordum. Bir şeyden emin olduktan sonra kendimi onarmamın kolay olduğunu bildiğin ve artık başka birini sevdiğin halde; benim senden bütünüyle kopmamı istemiyordun. Hem biten duygularına karşı senden uzaklaşmamı hem de bitmemiş duygularla seni hatırlamamı istiyordun. Bencillik, değil mi? Bense söz verip tutmayışına, kaprislerine, sorumsuzluklarına karşı, hiç değilse yazıklanmanı istiyordum. Öfkeliydim, artık beni sevmediğin için değil, başkasını sevdiğini hissettiğim halde, bana açıkça söylemediğin için. Aşk bitmiş, geriye arkadaşlık kalmamıştı.  Acı çekmeni en çok da bunu anlaman için istiyordum. Anlasan, “Hatalıyım ama…” diye başlayan cümleler kurup, yalan söylemenin bir çeşit çaresizlik olduğunu anlatsan, içimdeki öfke susacaktı. Kendimi her şeyi konuşacak kadar sana yakın hissediyorken, sana dair şeyleri başkasından öğrenmek bunca yaşadıklarımız adına bana çok dokunuyordu.

Hatırlar mısın o ağır acılı yılları?  Kendi cinsimizi neden sevdiğimizi kendimize bile soramıyorduk. Bir araya gelişlerimiz kaçamak, yasaklanmış hayatlardan anlar çalmaktı. Bir keresinde bana “3 güncük herkesten uzak sorgusuz sualsiz beraber olabilsek, gülsek eğlensek, el ele tutuşup yürüsek, sevginin, sevişmelerimizin hesabı sorulmadan, kimseye hesap vermeden olağan uyansak güneşli bir güne yeterdi…”demiştin.  Bu isteğimiz hiç olmadı. Seninle 3 gün aralıksız aynı ortamda kalmamız engellendi.
Erkek hâkimiyetli zıtcinselci dünyanın kadınların birbirlerini sevmesini yasakladığını bilmiyorduk. Yasaklardan vazgeçtik, var mıydık?  Yasaklamak var olanı reddetmektir ve bu bir şeydir. Oysa biz bu toplumun belleğinde “bir şey” bile değildik. Toplumun belleği bizim de belleğimizdi ve aşkımızın, sevgimizin, özlemlerimizin, acılarımızın adını ve ne olduğunu bilmiyorduk. Hangi kitabı açsak  “Oynaşıyorsunuz, iğrençsiniz, sapıksınız,  kadın kadını sevse ne yazar, eninde sonunda yol erkeğe çıkar”  deniyordu. Bizim erkek sevmediğimizi, yolumuzun erkeğe çıkmayacağını bizden başkası bilmiyordu. Hiçbir yerde hiçbir satırda  “kadın seven kadını” anlatan; seni, beni kişi sayan bir cümleciğe bile rastlamamak yalnızlığımızı derinleştiriyor, bu derinlikte daha fazla susuyorduk… Bundandır sevişirken mutluluğumuzu sustuk, konuşurken kendimizi sustuk… Aslında susturulduğumuzu bilmeden bu güne kadar sustuk… Sen çok uzaklara gittin. Aradan yıllar geçti, 7 sene hiçbir kadına sana olduğum gibi âşık olamadım. Bilirsin; aşk erkeklerin tekelinde bir duygulanım olarak kurgulanır. Eşit olmadığımız bir yerde aşktan bahsedilemez. Eşitsiz koşullarda aşktan dem vurulsa da aslında o aşk, aşk değildir. Karşılığı olmadığında da bu duygu halim sürdü. Bunca yaşadıklarımın bir karşılığı olmalı diyordum. Hatırlasana bir tek seninleyken “Yeter bu saklanmalardan bıktım, açılacağım, herkese söyleyeceğim” demiştim de sen “Hayır olmaz, zarar görürüz” diye engellemiştin. Eşcinsel bir kadının açılması diğerini de açacağından hiç de kolay olmadığını o an görmüştüm.
Senden çok sonra kendime zarar gelmeyeceğini sandığım zeminlerde konuşmaya karar verdim. Böyle anlarda zarar gelip gelmeyeceğinden emin olamazsın.  Konuştuğumda hiç kimse “Neler yaşadın, neler çektin, mutlu oldun mu” diye sormaz.  Çoğu kez susarlar. Onların suskunluğu da başka bir şiddet şeklidir.  Saklanma sürecimdeyken açıldıktan sonrakinden daha ağır incitildiğimi fark etim. Keşke daha önce konuşabilseymişim. Her kadın gibi kendim gibi olana değmeden güçlenemedim. Sen hala susuyormuşsun. Yaşadıklarını sen de mi yok sayıyorsun? Unutma ki sen sustukça ben özgür değilim.  Bana, “hiç konuşma” demiştin. Öyle ki; “bir zamanlar bir arkadaşım vardı’ diye bile bahsetme” demiştin, üzgünüm canım artık öyle düşünmüyorum, birilerimizin yargılanma pahasına konuşması gerek.  Aksi halde bu dünya biz yokmuşuz gibi dönmeye devam edecek.
Hatırlar mısın; en güzel duygularımız başkasının diline düştüğünde derhal çirkinleştiriliyor, “kadının kadına aşkı” utanç tabelası gibi karşımıza dikiliyordu?  Duygumuzu başkaları öğrenip kirletmesin diye saklanmaya devam ettik. Bu saklanma halinin açılmaktan daha travmatik olduğunu başka eşcinsel kadınlarla tanışınca anladım. Sen korkuyordun ama ben o vakitler daha çok korkuyordum. Kimseler duymasın diye çabaladıkça daha çok görünüyormuşuz, sonra söylediler. Bunu söyleyenlere çok öfkelendim. Neden bana söylememişlerdi. Hepsi hiç çekinmeden, utanmadan, empati kurmadan acımıza biber kattılar. Oysa bir araya geldiğimizde bir sorunumuz yoktu.  İyiydik, güzeldik, mutluyduk; ama buna karşı çıkan esas sorun, kendini merkeze alarak ‘norm’ sayan heteroseksist/zıtcinselci insanlar idi. Zorla zıtcinsel olmamız isteniyor. Sanki bütün kurum birleşmiş bizi yargılıyordu. Bazen suçluluk duyuyordum, kadınlara –sana- âşık olduğumdan kötü biri olduğuma inan(dırıl)mıştım. (Sonra öğrendim ki bunun adı ‘içselleştirilmiş homofobi’ imiş).
Çok yasaktık ama her şeye rağmen bir yerlerde başka şekillerde aşk(ımız) vardı, sevgi vardı, hasret vardı, sevişmek vardı…  Fakat saklanmak çok yorucuydu, her gün “acaba öğrendiler mi?” diye gerilmek… İdareciler, müdürler, ille de çalışma arkadaşlarımız tarafından işaret edilen biri olmak korkunçtu, kâbus gibiydi. Benim o kâbuslar hep rüyalarıma girerdi.  Rüyamda, ben öğretmen odasına girince herkes bana pis bakışlar atarak odayı terk ederdi, ben “Durun bir dakika, açıklayacağım!” diye ağlarken uyanırdım.  
*             *               *
Bir sabah mutlulukla alakası olan kahvaltılarımızdan birinde, hüzünlü gözlerinle bakıp “Bu böyle gitmeyecek” dedin. Anladım gidecektin. (Aramızda Aşkın Nur Yengi şarkısı çalıyordu)
“Bitti mi?” dedim. Sustun. “Konuşsan; bir giz uçacakmış gibi avuçlarımdan/ Konuşmasan; olmadık anlamlar çıkarıyorum susmalarından”  dizeli şiir(im) o zamana denk düşer. Bu kadar yakın olduktan sonra ayrılma zamanı gelince, sıkı iki arkadaş gibi konuşabiliriz sanıyordum. Başkasını sevdiğini hissetmiştim ama sen susup sakladıkça ben öfkelendim. Elmanın çürük tarafıydım. (Hâlbuki elmanın çürük tarafı yoktu sadece elma vardı) Konuş(a)madık…
Gitmek kalan için hep uçurum,  başlamak giden için düz ova gibi.  Biz, yani kadınlar; kadınlarla da güzel bitirmeyi öğrenememiştik.  Dayatılanlardan arık olmadığımızı anlayamıyorduk. Kötülükler ülkesinde saklambaç oynayan çocuklar gibi ağaçların arkasında görünmediğimizi sanıyorduk. Sen giderken ben iyi olmaya çabalıyordum.  İyi olmak olağan değil çabalanan bir şey idi. Acı çekiyordum.  Ne yana, kime gideceğimi bilmiyordum. Kadın kadına aşk üzerine doğru bilgisi olan yargılamayan bir arkadaş olsaydı dertleşir miydim? Bu tarafımı bilmeyene göremeyene arkadaş denir miydi?  Gidemedim. Rast geldiklerim “Ne’n var üzgün görünüyorsun” dediklerinde ağlayacak gibi olsam da “Bir şey yok” diyordum.  Herkes birinden ayrıldığımı biliyor, onun erkek mi kadın mı olduğunu sormuyordu? Anlatsam sanki acım azalacaktı,  iyileşme sürecim hızlanacaktı. Anlatamadım. Kediler gibi yaramı iyileştirecektim. Bağım (bağımlılığım değil) ne kadar derin ise acı çekme sürem de o kadar kısa ya da uzun sürer. Neydi o şarkının adı: Kimseye etmem şikâyet.
Gittin… Uzun süre senden haber almak istemedim. Gittiğine inanmaya çalışıyordum. Kimseyle konuşamadan, kimseye “Ben onu seviyordum” diyemeden sessiz acı çekiyordum. Sessizlik korkunçtu itiraf ediyorum; gittiğin o akşam karşıdaki inşaatın ikinci katından aşağı umutsuzca bakmıştım. Çok ıslaktı mendilim. Eve döndüm ve telefonunu sildim. Fotoğraflarımızı kestim. (Hala fotoğrafın yok) Bu sessiz acı çekişlerin kadınca bir şey olduğunu bilmezdim. Öyle ya kiminle konuşacaktım. Bir anlayan olsa ‘yüzkarası’ denilen duygularımı paylaşır iyileşir(miy)dim(?). Çevremde “bazı kadınlar kadınları sever” diye düşünen,  bilen bir kimse yoktu. Ben bile bu cümleyi kendim yazana kadar kimseden duymadım. 
Bir yıl sonra senin işyerine geldim. Eskiden tanıdığım ortak arkadaşlarımızdan biri beni gördü, çok sevindi.  Kantin gibi bir yerde oturduk, çay söyledi. Sen ortalıkta yoktun, haber verdi.  “Ben onunla konuşmuyorum” diyemedim. Oysa orada olmamın tek sebebi sendin. Aklında iki şey varmış da hangisi öncelikli belli etmek istemiyormuş gibi gülümsemenle bize doğru geldiğini -kafamı geldiğin tarafa çevirmeden de- görüyordum.  Boş sandalyeye oturdun. Yüzüm yaşadıklarımı saklamak adına o kadar sert idi ki,  beni kucaklamaya cesaret edemedin. (Bak işte yine senin adına düşündüm, oysa “Başkasını kendimize savunduğumuz her an ondan bir şeyler eksiliyordur” demiştik)  “Hoş geldin” dedin. Sesim çıkmadı, çayımın son yudumunu içiyormuş gibi yaptım. Masadakiler “Daha daha nasılsın” diye havadan sudan konuşmaya çalışıyordu. Belli ki onlara herhangi bir arkadaşından ayrılır gibi “ayrıldığımızı” söylemiştin. Oysa biz kabul edemesek de herhangi bir arkadaş değil bir zamanlar birbirine âşık iki kadın idik. Onlar ne bilsindi…
 Mola saatiniz bitmişti, “Kalkayım” dedim kapıya yöneldim. Seni yok sayarak ilerledim. Nuray beni kucakladı, güle güle faslı işte “Yine gel, bu kadar kısa tutma ama” gibi şeyler dedi gitti. Hemen merdivenlere yöneldim. O ara az geride duraklayan senin ardımdan dış kapı merdivenine doğru geldiğini hissediyordum. Bana ulaşmamalıydın, adımlarımı hızlandırdım. Sana ilk defa acı çektirebilecektim… Dönüp bakmayacaktım,  seslendin “culi culi” bakmadım, yürüdüm gittim. Yılbaşı öncesiydi, kitap çıktı postadan, sen göndermiştin. İçinde son mektubun vardı, yazdıklarını o güne kadar hiç yazmadıklarına saydım. Okurken sol yanımı bir jilet kesmişti sanki…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder