31 Ekim 2012 Çarşamba

Irfan - Fei

Yorgun bir bakışla tararsınız dünyayı, uçsuz bucaksızlığına bunca acıyı nasıl sığdıracağınızı bulamazsınız. Kutsallığı bildirilmiş Söz’e çok fazla inanmışsınızdır belki, oysa karşınızdaki yüzün acımasızlığına çarpıp ölü sinekler gibi dökülür cümleleriniz, döküldükçe birer yalana dönüşür. Kim bilir hangi açlıkla tüketilmiş, hangi doygunlukla bir kenara itilmişsinizdir… Ancak damla damla, öldürmeyecek dozlarda sızmasına izin vereceğiniz gerçek, evrensel haksızlıkla giriştiğiniz suç ortaklığıdır. Hayatın aleyhine açtığınız davada, tek bir tanık yoktur ki masumiyetinizi savunsun.

Aslı Erdoğan



30 Ekim 2012 Salı

Bejan Matur - Onun Çölünde



Onun çölüne gittim. 
Konuğum, 
Duvardaki kan pıhtısında. 
Onun bulduğu damar beni çağırdı. 
Ve ruhum eski bir kanla yıkandı. 

Onun çölüne düştüm, oturdum cadırında. 
Eski bir kavmin buluşması ve töreni. 
Bir yaban kuş gibi tüneyip kıyıya 
Dedi ki bana “ ölümsün sen “ 
Mutlak 
Mutlak olan. 

Onun çölünde gece kımıldar. 
Yılan ve akrep karanlığıyla. 
Hayat bir zehre gizlenir 
Çoğalır sabırla. 


O bıraktı beni. 
Çöldeki kızıl sularda 
Balıklara bakacak 
Nefesimi tutarak 
Uyuyacağım. 


Onun çölünde her gece 
Fısıldadım kumlara. 
Sordum nasıl yaptıklarını çölü, 
Boğmadan koyun koyuna. 


Onun çölünde ölüyüm ben. 
Gelin ve kaldırın beni. 
Gittiği yolda bulutlara değen bir gölge bırakılmış sanki. 


Bir sesle uyandıracak beni 
Kahra kan olan bir aldanışla yakaracak 


Tanrıya söylendim. 
Nasıl da zalim gövdede varlığı onun. 
Güzellik acıya kavuştuğunda yorulur ve 
Hep yaslı kalacak gözün ışığıyla bakar; 
Her yüz bir işarettir tanrıdan. 
Bunu yaşlı bir adam söylediginde 
Gözleri yoktu. 
Annem öyle inanmış olmalı ki ona, 
Yüzümü kederli çizdi. 
Ve uzayıp tanrıya 
“işte” dedi 
“ benim annem yeniden doğdu 
annem varlığıma döndü” 


Gece paslı bir kafesle durdu önümde 
Dua için zaman istedim tanrıdan. 
Onun varlığına adanacak hiçlik 
Düş için, 
O büyüde kalbime saplanan acıyla 
Bağırdım; 
Başka adamlar, başka dillerde dua etsinler. Bizim için. 
Ölümü tanıdığımız ve sessiz olduğumuz için 
Kutsasınlar. 

Ölü bir yaprağın sürüklenişi gibi rüzgarda 
Gövdem yitirdi yerini. 
Ağır bir uykuyla gizlendi tohuma varlık. 
Ağır bir istekle. 
Kızıl kan pıhtısı. Tül sabah. Ört üstümü. 
Koyu gücünü yüzünün nasıl cizdiyse tanrı 
Ve ne gizlediyse kıvrımına gülüsünün. 
Gördüm ben. 

Tüllere sarılmış çölde ölümümü bekliyorum. Sakinim. 
Yok bir gece bu. 
Sabah uyanacak aşkı konuşacağız. 
Ne çok sürdü diyecek bana. 
Ne uzun sürdü hayat. 

O uzun günün sabahında 
Sesini duydum gün ve gecenin çakışmasının. 
Bir tül işleniyormuş gibi aralarında 
Kavuştular usulca. 

Uyu ağır uykunu 
Taşların altında ve su isteğinle kal. 
Geniş bir avluda gece kapanan kapıların ağırlığı. 
Sürecek olan dilsizlik. 
Rüzger tırmalıyor kapını 
Aşk uzakta. 

Ne tuhaf inanmaman. 
Sırtıma dokundun ve orada ayla ışıyan çizgilerin 
Bir acıdan artan masumiyet olduguna şaşırdın. 
Gideceğini söyledin 
İnanmadım sana. 
Oysa ben daha doğmadan biliyordum. 
Acılı bir ruhta oyalanan bir gövde bu. 
Saf ve çocukça bir düşün yatağında. 

Kan ve sussusla dinlenen ten kabullenir. 
Beyaz tül yatağında başucuma 
Camdan bir göz bırakıp gittin. 

Ona fısıldanan sözlerin 
Aşk olan varlığı 
O gidince karardı. 
Yüzeyinde göğün 
Beyaz ve kıpırtısızım. 

Acıdan bir okla çıktım 
Bekleyiş yatağından. 
İçimde siyah bir taş. 
Atları gördüm. 
Kapı önlerinde oturan insanı, sözü. 
Çok yaşanmış bir çığlıkla hayat. 

Bir sırrın bana verilmediği yerden 
Sordum ona 
Bana ne söyleyeceksin? 
Çölün söylemediği ne? 

Ruhumu oarada tutan ağırlıkla 
Geceye ilendi tenim. 
Ve çağırmadı çölü varlığım 
Ondan sonra. 

Aynaya dönüyorum 
Değişmiş gözlerim. 
Çölde kumlara bakan kadın 
Kedere bakan 
Artık benim. 

Gördüm çizgilerini avuçlarının 
Çöl her şeyi söyledi bana. 

Anladım nerede bitti aşk 
Kan pıhtılı odanda uyanan gövdem 
Neden sığmadı varlığa. 

Seni yaprakların gölgeli yalnızlığına bırakıyorum. 
Gün doğumunda uyanan nefese ve sana dönen gözlerin 
Yakaran çizgisine. 
Çölden aldığını çöle ver 
Hayattan aldığını hayata. 
Artık beklemiyorum 
Kal orada. 
Geride, tepelerin art arda dizilmekle 
Var ettikleri dünya bir hiçlik ahti gibi. 
Bir hiç ve gölge. 
Gece ay 
Gece tül ve yokluk. 
Yok gece. 

Çölden aldığını çöle ver 
Hayattan aldığını hayata.

Sayfa. 35-51

29 Ekim 2012 Pazartesi

Veysi Erdoğan - Aklın Azabı

İnsanın kendine yetemediği yerde burasıdır aslında.
Hatırayı tamamen gözünün önüne getirip, onunla temas edemeyişi.



28 Ekim 2012 Pazar

Arkadaş Zekai Özger - Sevdadır



Yana yakıla Arkadaş Zekai Özger kitabını ararken, arayıpta bulamazken, bu almış olduğum en güzel hediyelerden biriydi.  İnsanın bu denli, değerli bir arkadaşı olması ne mutluluk verici. 

Tekrar teşekkür ederim Mustafa Aksoy ;) 



geceyi çarmıha geriyorum kimseler tapmıyor
hüznümü ölçeğe vuruyorum yüregine sıgmıyor
her şey ne kadar olabilir meraklanıyorum
yüzüme dokundukça tirnaklarım kanıyor
yalnızlıgımı hüznümle yoğuran gece
öyle basitsin ki sen bütün şiirlerin içinde
biliyorum. biliyorum bunu da biliyorum
gokteki yıldızlar kadar dizeler yazılsa da
kendime kendimden baska kendim yok
ne utancımı kuşanan bir sevgi
ne çirkinligimi open bir kiz

yalnızlıgımdan yalnızlıgım yalnız

Sayfa.116 

Neşe Yaşın - Aşk Politiktir



Bazı sözcükler tarih içinde kendi anlamlarının ötesinde yüklemelere tabi olurlar. Sanatın ve edebiyatın temel temalarından biri olan 'aşk' bunların en tipik örneklerinden biri, Aşk nedir? Kadın ve erkek ve erkek, kadın ve kadın arasında bir cinsel etkileşim, patetik bir yoğunluk mu, yoksa daha ötesi mi? Bulvar gazetelerinden, aktüel magazinlerden en seçkin sanat ürünlerine kadar her zamanda ve her yerde hazır nazır, baş tacı edilmiş bir konu olan aşk, aslında nedir? Size bunun tanımlanamaz, tanımlanırsa, kodlanırsa kendisi olamaz bir şey olduğu söylenebilir. Eğer tanımlansaydı, çözümlenseydi, sözlüklere ya da kitaplara, sahnelere ve tuvallere, ritimlere ve şarkılara ve şiirlere sağsaydı yüzyıllardır onunla uğraşıp durulur muydu? Birileri size aşkın bir tutsaklık olduğunu söylerken, bir başkası onun bir başkaldırı olduğunu söyleyecektir. Nazım Hikmet Ferhat'ın aşkını Şirin’i aşmış bir özgürleşme tutkusu olarak anlatabilecek; taşkın ve yıkıcı tanılarıyla birlikte bir yapıcılığa, yaratıcılığa dönüşen aşk öpücüklerden insan yaratabilecektir. Yüzyılların ölümsüz, zamansız, mekansız Shakspeare’in Romeo ve Juliet'i Orta Doğu'nun kanamalı hastası Filistin'de bölünmelere karşı bir Yahudi ile Filistinlinin aşkı olarak sahneye çıkabilecek ve Barış'ın adı olabilecektir. Farklı etnik ve ulusal kökenlerden, çatışmalı ülkelerin aşıklarının tutkulu başkaldırıları 'vatan haini' aşkları, özgürleşmenin ve hazin ölümlerin adı olabilecektir.
Kalabalıkları bireyselleştiren, bireyleri kalabalıklaştıran bu tutku ele avuca, yere göğe sağmazlığıyla sınırsızlığın adı; kendi içinde taşıdığı şiddeti yumuşacık bir dokunuşa dönüştürmesiyle yakıcı ateşlerin ısıtan sıcaklığını ve yanar döner, katman katman çoğalan anlamlarıyla şiirin adı olan bir aşkın kavram; aşkınlığın adı…
Aşk nedir? Aragon'un Elsa iken ülke olan, ülke iken Elsa olan tutkusu mudur? Komşu kızlarının fotoromanlardan pembe dizilerden öğrendiği, yoksa pembe dizilerin komşu kızlardan öğrendiği bir şey midir? Maddi ilişkilerin bir alttürünü mü yoksa aşkın ve bağımsız mıdır?

Aşkın politikayla ilişkisi nedir? Özel hayat politiktir e aşk politiktir. Yabancılaşmanın, domine etmenin, iktidarın ve baskı kurmanın adı olan politika, insan için var olacakken, insana karşı insanın çıkarı için var olmaya başlayan, insanı insanın cehennemi yapan ilişkileri yeniden üretmek için, yabancılaşmanın adı olana politika, aşksızlık olan politika, kirli ve çirkin politika aslında insanın geleceği için düş ve proje üretmekten başka nedir?

Aşk, irkilten, ürperten ayıp ve günah olan, yasak ve aykırı olan, yaramaz ve isyankar olan, kendi ve öteki olan, başkaldırı ve uyum olan anlamlarıyla yaşamın en gerçek ve insan damarından akan özelliğiyle, politikanın adı neden olmasın?

Ahmet Kaya Belgeseli - Uçurtmam Tellere Takıldı


İyi ki doğdun Ahmet Kaya. 




25 Ekim 2012 Perşembe

Nilgün Marmara - Savrulan Beden



Pek az zamanı kaldı bu zora koşulmuş bedenimin,
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi...
Tüy, kan ve hiçbir salgıyı düşünmeden,
Kesmeliyim soluğunu doğmuş olmanın!

Nasıl da biçilmiş kaftan ölüm
bu solgun yürek için.
Sevinçlerle sevinçleri bağlamayan zaman bir.,
bir boz köprü ve onun dayanılmaz gölgesi.

Yitiyor işte gözardı edilen bedenim,
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi...
Dost, ana baba ve hiçbir umudu düşünmeden
Doğramalıyım bu tiksinç vücudu beynimle!

Bilirmiydim yaklaşan karanlığı daha önceleri,
Son verilebilir yaşamın benimki olduğunu?
Şendim, şendim ben,
Kahkaham insanları ürkütürdü!

Zamanı azaldı artık, zorlanmış bedenimin,
Olduğum gibi ölmeliyim, olduğum gibi...
Aşk, bağ ve hiçbir utkuyu düşünmeden,
Kalıvermeliyim öylece kaskatı!

Ocak, 1982

22 Ekim 2012 Pazartesi

Jessica Lea Mayfield: "Sometimes At Night"


Dokumuzu değiştiriyorlar hızlı vuruşlarla 
Tutunamıyoruz ilgilerimize, sevgilerimize 
Ve aşka 
Deniz uzaklaşıyor

Gülten Akın



14 Ekim 2012 Pazar

Esther Ofarim - Shecharchoret



Bazı kadınlar, yalın aşkın yaşandığı yerlerin hala olduğunu söylüyor. 



12 Ekim 2012 Cuma

Zbigniew Preisner - Labirynt


 Kendime doğru düşüyorum sanki.
 İradesiz bir ruhla ilerleyemem ben.Her his söylenmemeli.


9 Ekim 2012 Salı

Didem Madak Hanım Kızım Merhaba




Didem Madak Hanım kızım merhaba...
Size “hanım kızım” dememden alınmayın lütfen, mahallemizin kızına nasıl seslenmem gerektiğine bir türlü karar veremedim; “hanım kız” gelip oturunca dilime, vazgeçemedim. Bir yandan da şair bir kadına nasıl seslenilir, devirdiğim yılların bilgisi arasında yer almıyor. Neyse, uzatmayayım... Geçmiş gün, unuttum; şeytanın bacağını kırıp İstiklal’e çıkmıştım. Bir kitapçı vitrininde görünce bizim mahallenin adını, tuhaftır heyecanlandım. Daha doğrusu, önce kalbimin çarpıntısını duydum, sonra fark ettim ki, Pulbiber Mahallesi yazıyor bir kitabın kapağında. Oysa muhtarlığa gidip gelenler ve belediyede çalışanlar dışında bizim mahallenin adını bilen pek yoktur burada yaşayanlar arasında da. Hemen içeri girdim, dışarı kitabınızla çıktım. Yine hemen oracıkta, vitrinin önündeki çıkıntıya oturup sayfaları çevirdim önce... Destan yaraşır bizim Pulbiber’e de zaten, dedim sayfaları görünce. Ama okuyunca yazdıklarınızı, haklı dedim kendi kendime; destan çıkmaz hayatın içinden gölgesiz ışık huzmesi gibi geçenlerden; ne tarih yazar onları ne destanları anlatılır dilden dile; şiirleri kalır işte böyle geriye, şiir gibi masalları... Ya da masal gibi şiirleri. Hoş, siz “Şiir şiir olalı böyle şiirsizlik görmemişti” diye yazmışsınız ama şiirsizlikse de mahallemiz, onu da bir şiir yapmışsınız; şiirsizliği yani. Bakmayın böyle ahkâm kestiğime, anlamam aslında ne şiirdir, ne değil; bilmem. Ama iyi geldi bana mahallemizi okumak; yaşamak başka tabii, ama okuyunca, hele bazen başını sallaya sallaya okuyunca yaşar gibi yeniden, başka oluyor. Nasıl başka diye sormayınız lütfen, benim gibi ömrünü lambaların içinde geçirmiş, –yaşlılığı kondurmasam da kendime, daha bunamadım çok şükür– epeyce yaş biriktirmiş bir adamı sonunda kendisinin bile anlayamayacağı cümleler kurmaya zorlamayın.
Şiirlerinizde geçen Füsun’u, Leman’ı, Bay Keltoş’u, Raif Bey’i, şairlik eden bira göbekli geyik’i, şiirlerinizi ithaf ettiğiniz Hülya’yı, çatlak topuklarını sergileyen kadınları tanıyorum da, Hikmet Benol’u çıkaramadım. “Hatalı Teşbihler” başlıklı şiirinizi “Çocuk kalmak iyiymiş, biz de iyi kaldık albayım; medeniyet bizi bozamadı” diyen Hikmet Benol’a adamışsınız. Onu çıkaramadım. Belki mahallede bir tanıdığı vardı, gidip gelen biriydi benim rastlamadığım. Bir ara çok modaydı her mahallede bir albay, hatırlar mısınız bilmem; hani bizim mahalle de payını aldı mı o zamanlar albaylardan acaba diye düşünmedim değil doğrusunu isterseniz, ama yok anımsayamadım. Tabii Burcu Güneşen’i, Kara Panter’i, Leyla Teyze’yi tanımaz mıyım, elbette tanıyorum. Baktım olacak gibi değil. Kalktım vitrinin önünden, yollandım sizin şiirinizde geçen kahvenin yanındaki dükkânıma. (Hz. İsa’yı alnımdaki çizgilere oturtup –tövbe estağfurullah– bir de “Yürüklerin İbram”dan kahve getirttiğiniz lambacı vardı ya...) Açtım vurduğum kilidi, girdim içeri, yakmadım tek bir lambayı, dar sokağın gölgesinde kalan vitrinin arkasına bir sandalye çektim... Başladım bu sefer en başından, satır satır okumaya...
Bazen annem beni burada doğurmuş gibi bir hisse kapılırım Didem Hanım kızım; lambaların içinde, lambaların altında. Doğurduğunu lamba sanıp da aralarında unutup çekip gitmiş derim, kendime. Uykusuz bir lamba kalmışım gecelerde. Gördüğüm her şey bir lamba karaltısının arkasında... Işığın kendisi karanlıktır da, bilmez kimse kendisi bir lamba olmadığından. Geceyi günü aydınlatan bir lamba... Aslı, karartan bir lamba. Neyse... Ne zamanlar oturdunuz bizim mahallede, hem de yanlış anlamadıysam, şu karşıki evde, bir türlü çıkaramadım Didem kızım. Kendinize “Pulbiber Mahallesi vakanüvisi” deseniz de, –Hikmet Benol gibi– sizi de çıkaramadım. Karanlıkta büyüdükçe büyüyen, yüzölçümünü alabildiğine genişleten, lambaların ışığındaki aydınlıkta kör olup yokluğa karışan anılarımı zorluyorum ama yok, sizi çıkaramıyorum... Didem Madak, Didem Madak, Didem Madak, Didem Madak diye boyuna adınızı tekrarlıyorum kafamın içinde; sanki adınızı ne kadar çok söylersem, bir gerçeklik kazanacaksınız, anılarımın içinde yer alacaksınız... Beyhude elbette. Kardeşiniz Aytaç’ı da hiç bilmiyorum. Belki o İzmir’de kaldı. Mahallemizde hiç oturmadı; –yazdığınız gibi– mahallemizin düm-tek düm-tek ilerleyen saatlerini yaşamadı: “Pulbiber Mahallesinin düm-tek tarihinde/ Acıdan sızlarken burnumuzun direği/ Morarmış çarşaflarımızı bayrak diye asardık/ Dokunsalar dağılırdı iyi pişmiş kurabiyeler gibi kalbimiz/ Kıtırdı ve çıtırdı/ Nedense iki kuşun ismine benzerdi kalbimiz/ Biz böyleydik işte, lezzetimiz de böyle... böyle... böyle...” Düşünüyorum da Didem kızım, ömrümü yutan o ışıklar altında, ışıktan bir karanlıkta gerçekler siluetleriyle bana yüzlerini gösterirken neydi –var idiyse eğer bizim– Pulbiber’in lezzeti? Bu yosun kokulu lodos mahallesi için balık pulu gibi çıtır çıtır gümüşi bir lezzet dolanır dilimde. Pulbiber denizde yıkanınca mı kalıyor bu gümüşi tat, kurşuni, –sonra efendim giderek– sümbüli bir lezzet –pek güzel dediğiniz– düm-tek ilerleyen zamanda: “Saate bakıyorum düm-tek düm-tek ilerliyor” demişsiniz ya; benimseyiverdim bu deyişinizi; benim sandım, bizim sandım. Demek dikiş yaptınız bizim mahallede: “Noel Babalara satmak için diktiğim gömleklere/ Hristo teyel yaptım gün boyunca/ Zeyna etrafımda sevinçle dolaşıp duruyordu/ Bu sayede evin iaşesi sağlanacak/ Zeyna’ya bir miktar mama alınabilecekti./ Noel Babalar sakallı değil sakarlar, biliyor musun dedim Zeyna’ya/ Tıraş olurken yüzlerini kesip bir paket pamuk yapıştırıyorlar esasında// Aslında kaymak gibi adamlar” diye yazdığınızı okuyunca anladım, en azından bir yılı devirmişsiniz mahallemizde. Albino kediniz Zeyna’yı, bıyıkları meraklı meraklı titreyen Miss Marple’ı çok sevdim. Ne güzel söyleşiyormuşsunuz onlarla... “Herkes şiir kişisiydi, Zeyna şiir kedisi/ Gözleri fotoğraflarda kırmızı çıkan bir albino” diyorsunuz Zeyna için. Diğer şeyler gibi kedileri de sokmadım hayatıma; herkesin karanlığı kendinedir ama ben kimseyi almak istemedim kendi karanlığıma. (Bencil miyim?.. Belki.) Mahallenin kedileri de uzaktan içimi okudular, aydınlıktan yorulmuş gözlerimi okşadılar, o kadar. “Mahallemizde fazla aşk, fazla kediyi,/ fazla kedi fazla felaketi kovalardı” diye yazmışsınız... Ben hiçbirine karışmadım; bir izleyici kaldım, bir gözetleyici... Evet, haklısınız, belki ben de onlardanım: “Bütün renkleri mezun etmişler hayatlarından/ Karanlığa emekli öğretmenler gibi sanki insanlar” demişsiniz ya... Benimkisi aydınlığın karanlığı Didem kızım. Sonra şu da içime dokundu; “Bir gece kalkıp bütün ışıkları yakacağım Füsun/ Şiirime ışıktan bir nokta koyacağım!” demeniz. Benim kadar ışıklar altında kalınca, ışık körü olunca, aydınlık özleminden ne kadar da uzak yaşıyormuş meğerse insan. Kendinizi ne güzel anlatıyorsunuz Füsun’a yazdığınız şiirlerde. Onu çok seviyor olmalısınız. Biliyorum, yakışıksız ama kıskandım sanki sizi, benim böyle arkadaşlarım olmadı; eksikliğini de duymadım aslında, gece gündüz lambaların altında aydınlıktan uyuşuyor belki de insan, karanlığa daha çabuk düşüyor. Kim bilir! Kaç kere okudum, dönüp dönüp okudum: “Bu mahallede bana kar helvası diyorlar/ Soğuk ve tatlı manasında yani/ Nam-ı müstear gibi bir şey bilirsin” deyişinizi “Poşet Süt” başlıklı şiirinizde; sonra yine ayrı şiirde “Bana artık büyü diyorlar Füsun/ Artık büyüyüm, bilmiyorlar./ Ülkemin yürüyen caddelerinde acılarımızın kaynağını araştırıyorum/ Kelimeler dişliyor kollarımı/ Diş izlerinden bir saatle takip ediyorum zamanı/ İsminden ismimle doğduğuma inanıyorum Füsun/ Bu inanç hiç bitmiyor/ Bazı yarım işleri artık tamamlıyorum./ Bazı yarım şiirleri.../ Bazı yarım baş ağrılarıyla” diyorsunuz ya, yanıyordu da lambalardan birkaçı söndü sanki dükkânda; bir ürperti dolaştı omuzlarımda.
Sonra, “Bir deliydi mahallemiz ilaçlarını içmeyi unutmuş/ Mahallenin sapığı mantosunun önünü açıp/ Düşlerinin pul pul dökülen derisini gösterirdi Leman’a/ Minör hayatların majör depresyonu,/ Eklem yerlerinde iyileşmezdi egzama/ Ay sedefe yakalanmış yüzüyle/ Saklanırdı bulutların arasında/ Aniden açılan bir bavuldan/ Sokağın ortasına, tekerlenerek çıkardı sonra” diye yazdığınız mahallemizin tarihini okurken bir seğirme yerleşti gözlerime. Hele o “Her şeyin kırığının alındığı/ Voltajı düşük fakirhaneler gibiydik./ Kırık pirinç, kırık yumurta... Semt pazarından ucuza./ Kalbin kırığından söz etmeye sıra bile gelmiyordu” dizeleriniz... Eylemsizliğimizi anlatışınız “Beklemek üzerine felsefe kitabıydık/ Her şeyi bekliyoruz diyorduk/ Hayattan ne beklediğimizi soranlara” dizeleriyle. İnsan kendini bilmeli Didem kızım, benim karanlığımı bilişim bundan. Yoksa, yok elbette başkalarına bir karanlığım, karalığım. Ama yetiyor bana, lambaların altında karanlıkla bir ritim tutturamamış, aksak dansım. “Mahallemizde bomba patladı/ Martılar çok uçtular/ Mahallemizin çığırtkan gözyaşları olup havaya saçıldılar” diye yazmışsınız ya, hatırlıyorum o ikindiyi. Kafamın içindeki ışıktan karanlık, ses oldu sanmıştım vitrinin camları yere tuz buz dağılınca; kendimden bilmiştim. Benim dışımda da bir hayat olduğunu çığlıkları duyunca anlamıştım, kaldırımlara damlayan kanlar yaralananlardan, sonra cenazeler cenazeler cenazeler dünyanın dört bir yanında art arda. Sokağa baktığım zamanlardı; dükkâna girenlerin gözlerine bakabildiğim zamanlar... Kafamın içindeki kamaşmayla ateşkes yaptığım bir dönemdi, kısa da olsa. “Bazı geceler uyanıp sigara içiyorum karanlıkta/ Odamdaki aynada yanıp sönen küçük kırmızı bir yıldızım/ Musevi bir kadının ruhu dolaşıyor evde, ya da Müslüman/ Ya da ateist bilmiyorum/ Gelip yamuk tabloları düzeltiyor, biraz çorba içiyor mutfakta/ Sanırım yağmuru yapısalcı bir yaklaşımla karşılıyor/ Saçma bir kadın, anlaşılmaz/ Ama iyidir saçmalamak dostlarını satmaktan/ İyidir adanmak, yalandan/ Bir çocuk romanı olarak anlaşılmıştım artık” diye anlatıyorsunuz yaşadığımız o günleri. Herkeste tezahürü bir başka tabii. O ev şimdi boş duruyor Didem kızım, siz ne zaman taşındınız bilemem tabii. Camlarına kaplanan gazeteler, güneş aldıkça sararmış, çerçeveleri tozdan kararmış. Belli ki, gidişiniz de gelişiniz gibi çok olmuş.
“Karşılıksız Hayat” şiirinizi Efendimize ithaf etmişsiniz. Ki, daha önce çıkardığınız listede yer almıyorlardı kendileri. Bu “Efendimiz”, “hayat” mıdır, “karşılıksız olan” mı, yoksa ikisi birden mi, ben anlayamadım. Anlamam gerekiyor muydu, onu da bilemedim. Bir parantezin içine kıstırdım bu anlayışsızlığımı. Baktım, baktım, yine ışığa bakar gibi karanlıktan bir ışıltı olup kaldı önümde parantez. Sonra aldım parantezi, kristal taklidi camların sarktığı avizelerden birinin ince borusuna yerleştirdim, (+) (-) kabloların arasında etkisiz hale getirdim. İşte bu karşılıksız hayata, etkisiz elemana anlatıyorsunuz mahallemizin kaçkın tarihini, kaçak tarihini, kaçaklardan kaçıklara evrilen sakinlerini: “Pulbiber Mahallesinin tarihi kaçarken vurulmuştu./ Sen bir yampirisin dedim,/ Sen kendini bilmez bir yengeçsin/ Sen... Sen... aşağılık ay budalası.../ İşte yine küfrün sokaklarında lambalar yanmıştı./ Şimdi olacaktı/ Belki biraz daha uğraşmak lazımdı/ Tanrı hilali bumerang gibi kullanıyor/ Beni bol kesik kafalı bir korku filmine fırlatıyordu/ Pulbiber, mahallenin ismi olmuştu./ Biber pul olup gitmişti işte,/ Ne güzeldi yani, hafiflemişti./ Ağla ağla açılırsın bir kelimeydi Pulbiber.” Ağlamak, benim hayatıma çok uzaksa da, herkesin hayatından uzak olsun isterim. (Lambaların altında, aydınlıkta ağlanmıyor kızım.) Ama yine de kendinize haksızlık etmeyin lütfen. Tarihimizi pek güzel anlatıyorsunuz, yaşadıklarımızın karanlıkta kalan, kelimelere sızan halini sezdiriyorsunuz. Kendinizi hırpalamayınız, rica ederim. Dediğiniz gibi, “Havaya ateş eden tabancalardı isli binalar.” Bu binalarda oturup da karanlık kalmamak/karanlıkta kalmamak mümkün mü? (Benim karanlığım başkadır, karıştırsın istemem kimse.) Acı çektiğinizin farkındayım. Çektiğiniz acıyla dalga geçerek hafifletmeye çalıştığınızın da: “Acılarınızın karnı bahar olmuş madam dedi Zeyna!/ Kelimeler içimde film çeviriyorlardı/ Karnımdan şarkılar çıkacak Zeyna dedim/ Karnımdan ışıklar.../ Karnım otuz yedi ekran bir televizyona dönüşecek/ Ve izlenme oranı yüksek bir paranoyak gibi,/ Güneş sisteminden uzaklaşan bir gezegen gibi/ Karnımdan çıkan şiirleri yazacağım./ Ve sonra göbek deliğime basıp şiiri kapatacağım.”
Aman Didem kızım, kapatmayın lütfen şiiri; siz yazmazsanız, apoletleri olmayan sözcüklerden dizdiği dizelerle kim anlatır hayatı, kaç kişisiniz şunun şurasında hayatın şiirini dizen, şiire hayat veren. Bakmayın siz ona buna, televizyonlarda şiirlerin okunmamasına aldanmayın, şiire lütfen devam edin. Sizin gibi şiiri bırakmayı düşünen şair arkadaşlarınıza da lütfen söyleyin, yazsınlar hayatın şiirini. Pulbiber Mahallesi gibi oturduğunuz caddeleri, sokakları anlatın; bakın nasıl bir heyecan verdiniz benim gibi karanlığını seven adama... “Elbette çanlarımı çalacaktım/ Bir tünel olacaktım, sevgilim istiklal!/ En son taksime varacaktık./ Ünlü bir aşk şarkıcısı olacak,/ İstanbul’un vücudunda turneye çıkacaktım” diyorsunuz ya, çıkın gerçekten, turneye çıkın; “kırmızı tırtıl dili”yle yazın, şiir okuyalım. Hadi, şimdi lütfen söz verin bana, şiirden sakın vazgeçmeyin, ben de karanlığımı anlamlandırayım lambaların altında. Esen kalın hanım kızım.

Mehmet Ali Ertan, “Posta Kutusu: Okur”, Virgül, Mayıs 2007

2 Ekim 2012 Salı

Veysi Erdoğan 'ın Yeni Kitabı


2 aydır sabırsızlıkla bekliyordum çıkmasını, neyse ki Veysi Erdoğan'ın mutlu haberi ile Ekim ayının ortalarında çıkacağının haberini aldım.  Kısa bir bölümü okuduğum kadarı ile,bu kadar iyi bir anlatıma sahip olabilmek için Birhan Keskin şiirlerini iyi sindirmek gerekiyordur heralde.   Kapak fotoğrafı da harika, görür görmez içim gitti :) 

"Hatıraya değmeden oluşmuş bir yapı yoktur Birhan Keskin şiirinde. Belleğin bütün katları, geçmiş yaşantıların izini taşır. Dipten gelenlerin uğultusu okunur orada. Uzak arzuya dair ayrıcalıklı ve vazgeçilmez bir alan yaratılır daima. Dağınık, parçalanmış bir evrenin ‘olmaz’ında gezinir bellek. ‘Kendi insanı’na inmek, onun dipteki varlığını canlı tutmak, ömrün akışını görüntülemek, ona ışık olmak ister. Bu ışık, daimi bir gelgit içinde arzu nesnesinin etrafında mekik dokuyarak ilerler; çevrimsel bir mıktanısla. ‘Benlik pusulası’ olarak da okunabilecek bu manyetizma, hep ‘orayı’ gösterir. Referans çizgisi, hatırayla bakışımlıdır. Dönüp dönüp gelinen noktadır burası. Gitmenin de unutmanın da imkândan uzak olduğu bu yerde, varlığın köküne doğru sonsuz bir yolculuk hissedilir. İşte bu yolculuğun adıdır; Aklın Azabı.” (Arka Kapak Yazısı, Kitaptan)

1 Ekim 2012 Pazartesi

Orhan Alkaya - Yenilmişler İçin İkinci Parça



peki beni kim intihar etti 
kim tedavülden kaldırdı böyle erken 
inlerken görülmem hoşlarına gitmedi mi 
bir içevurum fazla mı geldi bu sığlıkta 
nasıl da dijital şimdi yakınlıklar 
parlak kanatlarıyla gökyüzüne kaybolurken anka 
kimse tanrıyım demesin, hepimiz sarhoş kaldık 
varedene duyulan hasret gibi yoksul anda 
nerde şimdi Burgonya Beyleri, Kara Şövalye 
gölgeye dokunanlar nerde 
böyle erken mi kesilecekti sözüm, tam da burada 
ciltler dağıldı, dağıldı olmayan ne varsa 
güzel sözcüklerim, Mallarme'm, Yahya'm nerde 
beni de beni de beni de... intihar ettiler 
dosya kapandı katilim nerde.

Haydar Ergülen - Keder Gibi Ödünç



Eskiden köpeğim gibiydi şiir
ne zaman üzülsem hissederdi
ve yanıma gelirdi

Yaşlı bir köpek şimdi şiirim
Ne kulağı duyuyor ne yüreği


*
O zamanlar öyle yaralıydım ki
bunu yalnızca bir hayvan anlayabilirdi

Hayvandan anladığım bir şey varsa
insanlardan hiçbir bok anlamadığımdır hayatta

Anladım ki: Bir insanda hayvan şart

Sayfa .79