21 Aralık 2013 Cumartesi

XXX

Kar şiddetle rüzgarla büyük bir kırgınlıkla
vardı gece yarısı dağlarına. Gelemem artık yanına.
Ben kaybettiğime ağlayayım sen kaybettiğine ağla .

Sayfa :42  / Fotoğraf : Ulaş Metin - Balat Kasım  2013 


19 Aralık 2013 Perşembe

Çizginin Ötesine Geçmek

Bir boğuşma, bir savaş verme hali .. Öyle anlar var ki, çizginin ötesine geçmeyi deli gibi istiyor insan.  Bazen de o çizginin ucuna gelip, cevapsız sorularla boğuşmaktan kendini alamıyor . Peki neydi bir insanı bu kadar dağıtan, sayısız parçalara bölmek isteyen şey neydi?

Belki de her şey, bir kabullenme süreci..  Böylesi zamanlarda insan kapalı bir kutu.  Dünya yansa, insanın umrunda değil.. Her şey geçip gitsin,dünya kendinden geçsin de ,kimse dokunmasın kabuğumuza .Kimse dürtmesin, soluk alacak kadar düşünmeye ihtiyacı oluyor  insanın. Düşündükçe anlıyor ki, bazı şeyler solukla değil, gecikmiş gerçeklerden ibaret olduğunu. Bazen düşünüyorum, ne kadar kör olabiliriz ,ya da  geciktirdiğimiz bu gerçekleri daha ne kadar saklayabiliriz . İnsanın ruhu yeter mi bu duruma ? Her şey bir kandırılmayla başlıyor . Kendi kendimizi eşip, kendi kendimizi  kandırıyoruz. Yırtıcı bir şey bu ! Yok olanı var saymak, benliğimizde bir insan yaratmak, sonra da gerçeklerin dayanılmaz derinliği içinde avutulabilmeyi beklemek. Ah bu insanın kendisine yaptığı en ağır şey belki de. .. Her şey geçer, her şey unutulabilir de,  insanın içindeki şu  ses, derin  bir hesaplaşmaya davet eden,sürekli çağıran, kendimizi anlatmamız için bizi bir sınırdan geçirmek isteyen şu ses.. 

Her şey bağışlanmayla sona erecek biliyorum. Bir yolu olmalı, insanın ruhunu hafifletmesi için. İçindeki çağrıları durdurması, bırakılan boşlukları  için, ruha teslimiyet yaşatması lazım. Işığı ve gölgeyi ,yaşamı ve toprağın nemini , bir zamanlar içimizde olan o ferahlığı,en saf haliyle  geri yaşatmak istiyor . 

Tüm bunları yapabilecek enerjilere sahibiz aslında. Biliyorum  her şey bağışlanmayla sona erecek...  

Birhan Keskin dediği gibi ;

"bağışla kendini artık onu da
bırak gitsin.
bırak gitsin." 

Siz bilmem ama, benim içimi kesiyor bu dize.  Soluk soluğa..

Özetle bazı  anlardan, bazı zamanlardan, bazı çok zamanlardan o kadar çok sıkıldım ki. 

Dur artık Gamze ! 

17 Aralık 2013 Salı

Psikolog Cenk Erdem'le Aşk Üzerine

Cenk Erdem'i Lila Downs konserinde tanımıştım.   Elinde Pablo Neruda'nın "Aşk Şiirleri" kitabı vardı. Şimdi okurken düşünüyorum da, böyle hissedip aşkı bu denli anlatmanın yolu şiirden geçiyormuş demek ki  :) Bir de çok samimi bir enerjisi  vardı. Sevdik yani kendisini. 
Röportaj'a gelince ,eğer aşk buysa, insana bunları hissettirebiliyorsa,  demek ki şuan aşık değilim diye söylenmekten de kendimi alamadım :) 




Aşık olmak için uygun zaman ve mekan var mıdır hakikaten?

Hesapla kitapla aşık olunmaz, hiç beklemediği anda aşık olur insan. Aşık olmak için uygun zaman ve mekan da yoktur, ama aşık olmaya hazır olmak vardır. Aşık olmaya hazır hissetmediğimiz ama buna rağmen kalbimizin birine tutulmaya ihtiyacı olan zamanlar da belki olsa olsa yanlış zamanlar olabilir. Bazen Rihanna’nın şu meşhur şarkısı We Found Love'da söylediği gibi “hiç umut olmayan bir yerde de aşkı bulabiliriz” üstelik. Aşk gelecekse hiç sormadan gelir velhasıl.

İnsan aşık olduğunu nasıl anlar? Belirtileri nelerdir? 

Aşık olduğunda heyecanlanır insan, keyiflenir. Beynin kimyası değişir, serotonin salgılar, içi içine sığmaz. En kestirme yoldan antidepresan gibidir aşk, kederi alır, hayata katar aşk. Yaşama şevki artar insanın, güzel uyanır, güzel algılar dünyayı. Üstelik bu kişinin güzelliğine de yansır. Aşk güzelleştirir. 

Kadın ve erkeğin aşkı yaşama biçimi arasında ki fark nedir? 

Kadın ve erkeğin sadece hormonları değil, beyinlerinin yapısı bile farklı. Erkeklerin cinsel iştahları kadınlardan daha yüksek, kadınların romantik değerleri çok daha fazla. Bir erkek ve bir kadının ilişkide değer verdikleri ne varsa, birbirinden temelde çok çok farklı. Erkek sahip olmayı seviyor ama sahip olduktan sonra bir süs gibi kenara koyuyor kimi zaman, kadınsa sahip çıkılmaktan hoşlandığı gibi, daha çok ve tutarlı bir ilgi bekliyor aşkta.

Aşk kaç gün/yıl/ay sürer? Sonsuz mudur yoksa?

Gerçek aşk içimizde, kime aşık olmak istersek, o kişiye o anlamı yüklemek aslında en büyük gücümüz ve canımız ne kadar isterse o kadar aşığız. Ancak bilimsel tarafta beyinde salgılanan oksitosin bile işin içine giriyor. Alıştığımız kişiye bir süre sonra oksitosin salgılamayınca ilgimiz azaldığı gibi, aşık olup ayaklarımızı yerden kesen kişiye hissettiğimiz o coşkular da, serotonin düzeyinin normale dönmesiyle yavaş yavaş kayboluyor. O düzey yaklaşık 1 yıl içinde normale dönüyor hem de. Ama ben aşka inanıyorum, kalbe inanıyorum. İşimiz sadece hormonlara, beyin kimyasallarına kalacaksa, gönlümüze ne düşüyor?. Yeter ki gönlünüz sevmeye açık olsun, aşka inansın aşk hayat demek, uzun yıllar da sürebilir ve çok güzel büyüyebilir.

Kavuşamadığında aşk büyür mü? Neden? Ne oluyor o arada mesela?

Doğu kültüründe kavuşamadığında aşk büyüyor ama o zaman aşk mı sayılır tartışılır. Sana acı veren, seni üzen her neyse bence aşk değil. O zaman işin içine başka patolojiler giriyor. Aşk yükseltir insanı, içine bahar dolar. Kimi zaman zaaflarımız, halledemediğimiz meseleler ve kendi arızalarımız yüzünden de birilerine tutulabiliyoruz, işte o zaman aşk sağlıksız büyüyor ve kara sevda oluyor.

Aşk için ‘ten uyumu’ başrol müdür? 

Beynin kimyasıydı, ten uyumuydu, bunların hepsi modern zaman bahaneleri. Aşk insanın aklını öyle bir alır götürür ki, kimi zaman, sizin bile daha önce yan yana geleceğinize ihtimal vermeyeceğiniz tarzda birilerine bile aşık olabilirsiniz. Söylediğim gibi aşkın hesabı kitabı olmaz, oluyorsa da o aşk değildir zaten.


Seks aşkı ateşler mi? Hızlı mı tüketir?

Seks elbette işe yarar, en azından yine şu meşhur beyin kimyasalları işin içine girer ve kısa yoldan mutlu olur insan ama tek başına yeterli değil seks. Gönlü ihmal etmemek en önemlisi, sevgiyi ifade etmenin çiçek gibi yolları var, emek var, kıymet vermek var, paylaşmak var, şefkat var, anlayış var, değer verdiğini hissettirmek var. İşin tuhaf tarafı seks ilkeldir ve aşkın diğer öğeleri şefkat ve sevgi ile uyuşmaz. Sevgi, şefkat ve seks beraberce yaşanabiliyorsa ayrıca harika olur. Ancak sadece tenini arzuladığınız birine sırtınızı dönüp yatarsınız, şefkat ve sevgi duyduğunuz birine sımsıkı sarılır da yatarsınız, hatta belki uyumaz sabaha kadar izlersiniz onu…

Çiftlerin çift olabilmeleri kimyalarının tutmasına mı bağlıdır? Sâhi, kimya nedir?

Bahsettiğim gibi elbette bizim farkında olduğumuz ve farkında olmadığımız bir sürü dengeler var işin içinde. Çift olmakla ilgili üreme içgüdüsü ile genetik havuzu en farklı kişiye tutuluyor olmak bile zannettiklerimiz dışında da dengeler olduğunu gösteriyor. Özellikle kendimizde olmayanı seviyoruz, ideal kendimizi seviyoruz ya da bir başkasında. En çok bizden farklı olanı seviyoruz. Geçmişimizle ilgili yaralarımızı saracak birisi olabiliyor farkında olmadan tutulduğumuz. Oksitosin bile aşka çağırıyor ama en önemlisi gönül istiyor, hepsi bu.

Aşk ateşten gömlek midir gerçekten? Neden?

Kişi aşık olduğunda ideal kendine tutuluyor çoğu zaman ve bu yüzden de kişiyi olduğu gibi algılamak yerine, istediği gibi algılıyor. Bu yüzden bir süre sonra o meşhur” büyü bozuluyor “ hikayesi, aslında kişiyi olduğu gibi algılamaya geçince yaşanıyor. Kişi aşık olduğunda karşı taraftaki arızaları da görmeyebiliyor bu yüzden aşka cesaret etmek gerekiyor, en çok aşık olduğunuz kişi en çok güvenebileceğiniz kişi olmayabilir her zaman.

Herşeyi affederse aşk, aşk olur mu? 

Bu kişin yaşına, yaşadıklarına ve ihtiyaçlarına göre değişebilir. Tüm istediği hayatı paylaşmak olan biri, sevgilinin ihanetine bile göz yumabilir. Kimi zaman tutkuyla aşık olduğunuz biri için, kişi kendi değerlerinden vazgeçebilir. Ama gerçek aşkta sevgililer birbirlerine akarlar, birbirlerini güzelleştirirler. Karşılık beklemek elbette yoktur ama sadece bir taraf diğerine akacak olursa, bir süre sonra yatağı kurur, daha fazla veremez ve aşk biter hatta veren taraf tükenir gider. Aşk ne olursa olsun iki kişiliktir, sadece tek tarafın zaafı oluyorsa, artık aşk olmaktan çıkmıştır.


Röportaj: Ebru Yılmaz 

8 Aralık 2013 Pazar

Farklı Beklentilerle Bir Arada Olmaya Çalışmak

Farklı  beklentilerle bir arada olmaya çalışmak.. Bazen bir yolu olmalı diyor insan, eşit olmayan koşullarda da aşkın yaşanılabileceğine inanmak istiyor . Duygularımızın başkaları tarafından kirletilmesine izin vermeyip, saklamak için bir savaş hali içinde yaşayıp duruyoruz. Bazen de  olmuyor, bir yerde insanız ve kendimizi o kutudan çıkarmayı en çok  " kendi benimiz" istiyor .Bazen de "kendi benimiz" bir düşman gibi karşımız da duruyor .Bu döngü içinde yaşamak, insanın insana yaptığı en büyük işkencesi. 

Belki de her şey, bir kabullenme hali. Belleğimiz bazı şeyleri, unutmak istemediği durumlarda, iyileştirme sürecini zorlaştırıyor. Derin bir acı süreci sunuyor insana. Bir çok düşünceyle savaş verme hali. Bir çok düşünceden, sağ çıkabilme zamanları. Ne gecenin ne de gündüzün insana yetmesi . Kendin gibi olana dokunabilmek için avutulabilmeyi  beklemek. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu anlamak için,ya da hangi doğrudan ya da hangi yanlıştan geçtiğini anlamak için, bir çok düşünceden geçiriyor insan kendisini. Sorgulama durumu da, bir başka  duygu hali. Yaşadıklarımızın bir karşılığı olmalı diyor insan. Hayatın geçiciliğini,yaşanılan şeylerin yok sayılmasını kabul edemiyor.  Belki de işin sırrı, bazı şeyleri kabullenmekten geçiyor .Nasıl bir işkence ruh hali bu, insanın kendisini unutmaya ve kabullenmeye çalışmaya zorlaması.  Oysa bir uçurum değil miydi bu yaşadığımız, o uçurumdan isteyerek atlamadık mı ? Sonunu bile bile..

Bazı geceler iki kat çoğalıyor insan. Zamanın geçip gittiğini, başkalarını hayatımıza dahil edip, ( bir anda ) sonra bir yanılsamadan ibaret olduğunu anlıyoruz. Hiçlik duygusu gibi bir şey bu . Aynı tadı bırakıyor bence .

Bazen  bir yanıt bekliyor insan. Geniş taze bir soluk gibi. Bütün zihni boşaltıp, ruhun derinliklerinde gezinmek istiyor .

Ah bazen her gün yeni bir gün, bazen her gün gece. İçimizden geçip giden dünyayı, sanki yaşamın içindeymişiz gibi, kendimizi bir sınırdan geçiriyoruz. 

Belki de bir sonlara ihtiyacımız var bizim. 

Kendini serüvenleştirme Gamze ! 

http://www.youtube.com/watch?v=fzXY9iYQG5g

29 Kasım 2013 Cuma

Lila Downs İstanbul Live Concert

Şimdi nasıl başlasam ki , hayatımda bazı kadınlardan biri. Frida'nın mirası o , Chavela Vargas'ın mirası . 
La Llorona 'yı yeryüzünde bu denli güzel söyleyen 3 kadından biri.. Hepsinde ortak olan bir ruh var, sayısız beklemeleri çağrıştırıyor .Ahh ,bu duruma içimiz gidiyor  ! :) 

20 Kasım akşamı İş Sanat'ta , dinlemeye gittik. Bir harikaydı, sanki evde misafirliğe gelmiş bir edayla, şarkısını söylerken, yerinde duramıyordu. Rahat tavırlarına mest olduk :) Hele bir de Chavela Vargas'ı anarken ki hali yok mu, aman allahım  2 kat kadınsın diye bağırasım geldi. 
"Şarkıların ruhlarını okumalısınız" diyordu , ben La Llorona'yı canlı dinledim ya, ölmeden önce yapacaklar listesinden birisini çıkartma fırsatı bulabildim :) Konser bitti ve biz bekledik, tanışma fırsatı bulduk. ( Bu nasıl oldu anlamış değiliz ) 

Bazen  çok istemek ve inanmak gerekiyor .Yaşamımızda da bazı şeyler böyle gelişmiyor mu zaten :) 






17 Kasım 2013 Pazar

Bazı kadınlar, kadınları sever


O kadar çok beklemiştim ki çizginin ötesine geçmiştim. Bu hal beklemenin de gelenin de anlamsızlaştığı bir hâl idi. Doğumda çok ağrı çektiği için, ağrının sorumlusu saydığı bebeği görmek istemeyen kadınlar gibiydim. Senden bağımsız ama içinde sen olan bu düşlerimin sorumlusu yine bendim. Gelmeyeceğini bilerek otobüsten inmeni beklemek en lirik şiiri yazmak gibiydi.
Ayrılmıştık, kabullenme sürecimi yaşıyordum. Bir şeyden emin olduktan sonra kendimi onarmamın kolay olduğunu bildiğin ve artık başka birini sevdiğin halde; benim senden bütünüyle kopmamı istemiyordun. Hem biten duygularına karşı senden uzaklaşmamı hem de bitmemiş duygularla seni hatırlamamı istiyordun. Bencillik, değil mi? Bense söz verip tutmayışına, kaprislerine, sorumsuzluklarına karşı, hiç değilse yazıklanmanı istiyordum. Öfkeliydim, artık beni sevmediğin için değil, başkasını sevdiğini hissettiğim halde, bana açıkça söylemediğin için. Aşk bitmiş, geriye arkadaşlık kalmamıştı.  Acı çekmeni en çok da bunu anlaman için istiyordum. Anlasan, “Hatalıyım ama…” diye başlayan cümleler kurup, yalan söylemenin bir çeşit çaresizlik olduğunu anlatsan, içimdeki öfke susacaktı. Kendimi her şeyi konuşacak kadar sana yakın hissediyorken, sana dair şeyleri başkasından öğrenmek bunca yaşadıklarımız adına bana çok dokunuyordu.

Hatırlar mısın o ağır acılı yılları?  Kendi cinsimizi neden sevdiğimizi kendimize bile soramıyorduk. Bir araya gelişlerimiz kaçamak, yasaklanmış hayatlardan anlar çalmaktı. Bir keresinde bana “3 güncük herkesten uzak sorgusuz sualsiz beraber olabilsek, gülsek eğlensek, el ele tutuşup yürüsek, sevginin, sevişmelerimizin hesabı sorulmadan, kimseye hesap vermeden olağan uyansak güneşli bir güne yeterdi…”demiştin.  Bu isteğimiz hiç olmadı. Seninle 3 gün aralıksız aynı ortamda kalmamız engellendi.
Erkek hâkimiyetli zıtcinselci dünyanın kadınların birbirlerini sevmesini yasakladığını bilmiyorduk. Yasaklardan vazgeçtik, var mıydık?  Yasaklamak var olanı reddetmektir ve bu bir şeydir. Oysa biz bu toplumun belleğinde “bir şey” bile değildik. Toplumun belleği bizim de belleğimizdi ve aşkımızın, sevgimizin, özlemlerimizin, acılarımızın adını ve ne olduğunu bilmiyorduk. Hangi kitabı açsak  “Oynaşıyorsunuz, iğrençsiniz, sapıksınız,  kadın kadını sevse ne yazar, eninde sonunda yol erkeğe çıkar”  deniyordu. Bizim erkek sevmediğimizi, yolumuzun erkeğe çıkmayacağını bizden başkası bilmiyordu. Hiçbir yerde hiçbir satırda  “kadın seven kadını” anlatan; seni, beni kişi sayan bir cümleciğe bile rastlamamak yalnızlığımızı derinleştiriyor, bu derinlikte daha fazla susuyorduk… Bundandır sevişirken mutluluğumuzu sustuk, konuşurken kendimizi sustuk… Aslında susturulduğumuzu bilmeden bu güne kadar sustuk… Sen çok uzaklara gittin. Aradan yıllar geçti, 7 sene hiçbir kadına sana olduğum gibi âşık olamadım. Bilirsin; aşk erkeklerin tekelinde bir duygulanım olarak kurgulanır. Eşit olmadığımız bir yerde aşktan bahsedilemez. Eşitsiz koşullarda aşktan dem vurulsa da aslında o aşk, aşk değildir. Karşılığı olmadığında da bu duygu halim sürdü. Bunca yaşadıklarımın bir karşılığı olmalı diyordum. Hatırlasana bir tek seninleyken “Yeter bu saklanmalardan bıktım, açılacağım, herkese söyleyeceğim” demiştim de sen “Hayır olmaz, zarar görürüz” diye engellemiştin. Eşcinsel bir kadının açılması diğerini de açacağından hiç de kolay olmadığını o an görmüştüm.
Senden çok sonra kendime zarar gelmeyeceğini sandığım zeminlerde konuşmaya karar verdim. Böyle anlarda zarar gelip gelmeyeceğinden emin olamazsın.  Konuştuğumda hiç kimse “Neler yaşadın, neler çektin, mutlu oldun mu” diye sormaz.  Çoğu kez susarlar. Onların suskunluğu da başka bir şiddet şeklidir.  Saklanma sürecimdeyken açıldıktan sonrakinden daha ağır incitildiğimi fark etim. Keşke daha önce konuşabilseymişim. Her kadın gibi kendim gibi olana değmeden güçlenemedim. Sen hala susuyormuşsun. Yaşadıklarını sen de mi yok sayıyorsun? Unutma ki sen sustukça ben özgür değilim.  Bana, “hiç konuşma” demiştin. Öyle ki; “bir zamanlar bir arkadaşım vardı’ diye bile bahsetme” demiştin, üzgünüm canım artık öyle düşünmüyorum, birilerimizin yargılanma pahasına konuşması gerek.  Aksi halde bu dünya biz yokmuşuz gibi dönmeye devam edecek.
Hatırlar mısın; en güzel duygularımız başkasının diline düştüğünde derhal çirkinleştiriliyor, “kadının kadına aşkı” utanç tabelası gibi karşımıza dikiliyordu?  Duygumuzu başkaları öğrenip kirletmesin diye saklanmaya devam ettik. Bu saklanma halinin açılmaktan daha travmatik olduğunu başka eşcinsel kadınlarla tanışınca anladım. Sen korkuyordun ama ben o vakitler daha çok korkuyordum. Kimseler duymasın diye çabaladıkça daha çok görünüyormuşuz, sonra söylediler. Bunu söyleyenlere çok öfkelendim. Neden bana söylememişlerdi. Hepsi hiç çekinmeden, utanmadan, empati kurmadan acımıza biber kattılar. Oysa bir araya geldiğimizde bir sorunumuz yoktu.  İyiydik, güzeldik, mutluyduk; ama buna karşı çıkan esas sorun, kendini merkeze alarak ‘norm’ sayan heteroseksist/zıtcinselci insanlar idi. Zorla zıtcinsel olmamız isteniyor. Sanki bütün kurum birleşmiş bizi yargılıyordu. Bazen suçluluk duyuyordum, kadınlara –sana- âşık olduğumdan kötü biri olduğuma inan(dırıl)mıştım. (Sonra öğrendim ki bunun adı ‘içselleştirilmiş homofobi’ imiş).
Çok yasaktık ama her şeye rağmen bir yerlerde başka şekillerde aşk(ımız) vardı, sevgi vardı, hasret vardı, sevişmek vardı…  Fakat saklanmak çok yorucuydu, her gün “acaba öğrendiler mi?” diye gerilmek… İdareciler, müdürler, ille de çalışma arkadaşlarımız tarafından işaret edilen biri olmak korkunçtu, kâbus gibiydi. Benim o kâbuslar hep rüyalarıma girerdi.  Rüyamda, ben öğretmen odasına girince herkes bana pis bakışlar atarak odayı terk ederdi, ben “Durun bir dakika, açıklayacağım!” diye ağlarken uyanırdım.  
*             *               *
Bir sabah mutlulukla alakası olan kahvaltılarımızdan birinde, hüzünlü gözlerinle bakıp “Bu böyle gitmeyecek” dedin. Anladım gidecektin. (Aramızda Aşkın Nur Yengi şarkısı çalıyordu)
“Bitti mi?” dedim. Sustun. “Konuşsan; bir giz uçacakmış gibi avuçlarımdan/ Konuşmasan; olmadık anlamlar çıkarıyorum susmalarından”  dizeli şiir(im) o zamana denk düşer. Bu kadar yakın olduktan sonra ayrılma zamanı gelince, sıkı iki arkadaş gibi konuşabiliriz sanıyordum. Başkasını sevdiğini hissetmiştim ama sen susup sakladıkça ben öfkelendim. Elmanın çürük tarafıydım. (Hâlbuki elmanın çürük tarafı yoktu sadece elma vardı) Konuş(a)madık…
Gitmek kalan için hep uçurum,  başlamak giden için düz ova gibi.  Biz, yani kadınlar; kadınlarla da güzel bitirmeyi öğrenememiştik.  Dayatılanlardan arık olmadığımızı anlayamıyorduk. Kötülükler ülkesinde saklambaç oynayan çocuklar gibi ağaçların arkasında görünmediğimizi sanıyorduk. Sen giderken ben iyi olmaya çabalıyordum.  İyi olmak olağan değil çabalanan bir şey idi. Acı çekiyordum.  Ne yana, kime gideceğimi bilmiyordum. Kadın kadına aşk üzerine doğru bilgisi olan yargılamayan bir arkadaş olsaydı dertleşir miydim? Bu tarafımı bilmeyene göremeyene arkadaş denir miydi?  Gidemedim. Rast geldiklerim “Ne’n var üzgün görünüyorsun” dediklerinde ağlayacak gibi olsam da “Bir şey yok” diyordum.  Herkes birinden ayrıldığımı biliyor, onun erkek mi kadın mı olduğunu sormuyordu? Anlatsam sanki acım azalacaktı,  iyileşme sürecim hızlanacaktı. Anlatamadım. Kediler gibi yaramı iyileştirecektim. Bağım (bağımlılığım değil) ne kadar derin ise acı çekme sürem de o kadar kısa ya da uzun sürer. Neydi o şarkının adı: Kimseye etmem şikâyet.
Gittin… Uzun süre senden haber almak istemedim. Gittiğine inanmaya çalışıyordum. Kimseyle konuşamadan, kimseye “Ben onu seviyordum” diyemeden sessiz acı çekiyordum. Sessizlik korkunçtu itiraf ediyorum; gittiğin o akşam karşıdaki inşaatın ikinci katından aşağı umutsuzca bakmıştım. Çok ıslaktı mendilim. Eve döndüm ve telefonunu sildim. Fotoğraflarımızı kestim. (Hala fotoğrafın yok) Bu sessiz acı çekişlerin kadınca bir şey olduğunu bilmezdim. Öyle ya kiminle konuşacaktım. Bir anlayan olsa ‘yüzkarası’ denilen duygularımı paylaşır iyileşir(miy)dim(?). Çevremde “bazı kadınlar kadınları sever” diye düşünen,  bilen bir kimse yoktu. Ben bile bu cümleyi kendim yazana kadar kimseden duymadım. 
Bir yıl sonra senin işyerine geldim. Eskiden tanıdığım ortak arkadaşlarımızdan biri beni gördü, çok sevindi.  Kantin gibi bir yerde oturduk, çay söyledi. Sen ortalıkta yoktun, haber verdi.  “Ben onunla konuşmuyorum” diyemedim. Oysa orada olmamın tek sebebi sendin. Aklında iki şey varmış da hangisi öncelikli belli etmek istemiyormuş gibi gülümsemenle bize doğru geldiğini -kafamı geldiğin tarafa çevirmeden de- görüyordum.  Boş sandalyeye oturdun. Yüzüm yaşadıklarımı saklamak adına o kadar sert idi ki,  beni kucaklamaya cesaret edemedin. (Bak işte yine senin adına düşündüm, oysa “Başkasını kendimize savunduğumuz her an ondan bir şeyler eksiliyordur” demiştik)  “Hoş geldin” dedin. Sesim çıkmadı, çayımın son yudumunu içiyormuş gibi yaptım. Masadakiler “Daha daha nasılsın” diye havadan sudan konuşmaya çalışıyordu. Belli ki onlara herhangi bir arkadaşından ayrılır gibi “ayrıldığımızı” söylemiştin. Oysa biz kabul edemesek de herhangi bir arkadaş değil bir zamanlar birbirine âşık iki kadın idik. Onlar ne bilsindi…
 Mola saatiniz bitmişti, “Kalkayım” dedim kapıya yöneldim. Seni yok sayarak ilerledim. Nuray beni kucakladı, güle güle faslı işte “Yine gel, bu kadar kısa tutma ama” gibi şeyler dedi gitti. Hemen merdivenlere yöneldim. O ara az geride duraklayan senin ardımdan dış kapı merdivenine doğru geldiğini hissediyordum. Bana ulaşmamalıydın, adımlarımı hızlandırdım. Sana ilk defa acı çektirebilecektim… Dönüp bakmayacaktım,  seslendin “culi culi” bakmadım, yürüdüm gittim. Yılbaşı öncesiydi, kitap çıktı postadan, sen göndermiştin. İçinde son mektubun vardı, yazdıklarını o güne kadar hiç yazmadıklarına saydım. Okurken sol yanımı bir jilet kesmişti sanki…

25 Ekim 2013 Cuma

Ingeborg Bachmann - Malina'dan










“Kimi zaman bana neden içinde her şeyin iyi olacağı ütopik bir ülkeyi, ütopya niteliğinde bir dünyayı tasarımladığımı sordular. Yaşadığımız günlük yaşamın iğrençliği göz önünde tutulduğunda, bu soruyu yanıtlamak bir çelişkiye yol açabilir, çünkü bizler, günümüzde gerçekte hiçbir şeye sahip değiliz. İnsan, ancak maddi şeylerin ötesinde bir şeylere sahipse zengindir. Ve ben bu materyalizm, bu tüketim toplumuna, bu kapitalizme, burada cereyan eden bu korkunçluğa, sırtımızdan yaşamaya hakları olmayan bu insanların zenginleşmesine inanmıyorum. Gerçekte inandığım bir şey var ve ben buna ‘bir gün gelecek’ diyorum. Ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, çünkü onu hep yıktılar, binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek ama, ben yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam yazamam.” (Haziran, 1973)

14 Ekim 2013 Pazartesi

Ulaş Metin'in Objektifinden


Yine bir pazar günü, Ulaş'la birlikte fotoğraf çekmeye gittik. Hem biraz nefes alalım, hem de bir şeylerle uğraşmak her zaman iyi geliyor galiba insana. 
Yıldız parkı'nın görüntüsü ve doğası gereği, her zaman ki gibi doyurucu oldu fotoğraflar :) Ben bayıldım ! :) 

Eline Sağlık Ulaş :) 


“İçimde dışarıya çıkmak isteyen bir şey vardı, ben onu yaşamaya çalışıyordum yalnızca. Neden böylesine güçtü bu?”

Herman Hesse - Demian


(…) ben seni bir çocuğun annesini sevdiği gibi seviyorum. Yalnızlık benim ruhumu kemiriyor, düşüncemi çürütüp yıpratıyor. Bütün rahatsızlıklarım benim yalnızlıktandır…

Furuğ Ferruhzad 



sevgilim… bu dünyayı ben uydurdum 
desem, sonrasını diyemiyorum

sevgilim, günün belli saatlerinde seni unutmayı deniyorum. 

Birhan Keskin


 Bırak kentleri, bırak yapıların görkemini, yoksulluğunu, bırak yolları, istasyonları, insanları, yabancıları, sevdiklerini, çocukluğunu, ölen uzaklardaki insanlarını, bırak, bırak, bırak içinde seni kemiren seni bırak.*

Tezer Özlü



"Sana rastladığımda benim için hem tensel hem ruhsal olandın. Bu ikisi birbirinden asla ayrılamaz Ingeborg."


Fotoğraflar, nesneleri ne olursa olsun, hep dönüştürücü bir etki yaparlar; herhangi bir şey, bir görüntü halini aldığında, gerçek hayatta olmadığı şekilde güzel -korkutucu, dayanılmaz- olabilir pekala." Susan Sontag


Yalnızlık hazır bulunmaz, oluşturulur. Yalnızlık, yalnız başına oluşturulur. Ben öyle yaptım. Çünkü orada yalnız olmam, kitap yazmak için yalnız kalmam gerektiğine karar vermiştim. İşte böyle oldu.” Marguarite Duras





http://ulasmetin.deviantart.com/














11 Ekim 2013 Cuma

Frida Kahlo: Bir Fahişe Olarak Doğdum



Her kadın gibi kurbanıydı toplumun, öteki idi. Ama köşesine çekilip acılarının öylece geçmesini beklemedi. Kendisi ile yüzleşirken aslında kadınlığı ile de yüzleşiyordu her fırçayla.


Frida Kahlo.  Ressam, Feminist, Komünist ve Aşık.
----Neyi anlatmalı, neyi es geçmeli Frida ile ilgili karar vermek zor. O nedenle bir tarafı hep eksik kalacak bu yazının, bitmeyecek. ---
İnanılmaz bir yaşam hikayesi var Frida Kahlo’nun. Yaşam hikayesi yerine yaşam mücadelesi demeli belki. Hayatı mücadele ile geçen güçlü bir kadın çünkü  Frida.
“Bir fahişe olarak doğdum” diyebilecek kadar cesur, “bir ressam olarak doğdum” diyebilecek kadar da kendine güvenen bir kadın öncelikle.
Baştan alalım. Meksikalı olan Frida doğum tarihini üç yıl gecikmeli olarak Meksika devrimine rastgelen 7 Temmuz 1910 olarak kabul etti. Belki biraz da genç görünmek istedi, olabilir, olsun. Devrimin asi çocuğu tanımlamasına uymaz belki yaşam öyküsü ama devrimin güçlü kadınıydı Frida.
Frida Kahlo’nun feminizmi üzerine detaylı ayrı bir yazı yazmak mümkün. Kısaca değineceğim ben. Hep bir oğlum olsun istemiştim diyen babasını mutlu etmek için erkek kılığına girebilen bir feminist düşünün. Öyle bir feministti Frida. Biraz tartışmalı bir konu Frida’nın feministliği. Bazı ‘katı’ feministler Kahlo’nun bir feminist olamayacağını da savunuyor.
Oysa sadece tabloları feminizminin birer kanıtı. Resimden anladığım sadece boyaları birbirine karıştırıp sonuçta hep siyahı elde ettiğim, yaptığım değil de ‘bozduğum’ tablolar. Kendi evimden başka hiçbir duvarda yer edinmeyen karanlık şeyler. Bırakın bir ressamı, amatör olarak resim yapan birine bile eleştiri getiremem belki.
Ama feminizmden az çok anlarım. Kendi gerçekliğini tuvale yansıttığını söyleyen Frida, kadınlık, doğum, kürtaj, cinsiyet rolleri ve daha nice sorunu cesaretle ve kendine has üslubuyla resmetmişti.
Bu açıdan baktığımızda Frida’nın yaptığı Cixous’un önerdiği dişil yazından çok da farklı değildi. Nasıl bir yazar kelimeleri bir araya getirerek sorunsalını kağıt üzerine dökerse, Frida da boyayı, fırçayı, tuvali ve renkleri araç edinmişti kendine. Resmettiği her bir Frida bir şekilde acı çekmekte olan bir kadındı.
Patriyarkal bir toplumda yaşayan, sadakatsiz bir eşe sahip, ciddi sağlık problemleri yaşamış, anne olmak istemiş ve olamamış bir kadının resmettikleri birçok kadının anlatamadıklarıydı.
Her kadın gibi kurbanıydı toplumun, öteki idi. Ama köşesine çekilip acılarının öylece geçmesini beklemedi. Kendisi ile yüzleşirken aslında kadınlığı ile de yüzleşiyordu her fırçayla. Kahlo için şöyle demişti bir eleştirmen: “Bu olağandışı insanın yaşamını ve eserlerini birbirinden ayırmak imkansızdır. Resimleri onun biyografisi”.
Kendi yüzünden ve bedeninden yola çıkıyordu Frida ve böylelikle  “kişisel olan politiktir” cümlesinin kanıtı oluyordu. Bu nedenledir ki  Frida’nın her bir tablosu biraz Simone de Beauvoir’un İkinci Cins’i, biraz  bell hooks’un “feminizm herkes içindir”i, biraz Woolf’un “Kendine Ait Bir Oda”sı, biraz Butler’ın “Cinsiyet Sorunu”dur. Listeyi dilediğiniz kadar uzatıp, resimlerle dilediğiniz kadar eşleştirebilirsiniz. Sanat tam da bu değil mi zaten.


Yatağa bağımlı olduğu günlerde babasının aldığı fırça ve tuval, annesinin yatağının üzerine astığı ayna hayat vermişti Frida’ya. Aynadan kendi aksine bakıp, gördüğü farklı yüzleri resmetmişti.
Ne bir akım kaygısı vardı, ne de toplumda ressam olarak yer edinme. Yaşam öyküsünü yazan bir yazar gibi kendi portrelerini yapıyordu. Yatağa bağımlı bir bedenle olabildiğine özgür bir ruhun ortaya çıkardığı tezattır belki de onu bugün bildiğimiz kadın yapan.
Yaşaması bile bir mucizeyken, yürümeyi başarabilecek kadar inatçıydı ve asıl savaşı aslında bundan sonra başlamıştı. Aşık oldu.
Hikaye buradan sonra bazılarına ters düşmektedir. Çünkü bazılarının feminizmi ile uyuşmaz Frida’nın aşkı. Kendisini aldatan bir kocaya, her şeye rağmen, tapmaktır Frida’ya göre aşk. Yok edicisine boyun eğen bir kadın. Öyle midir gerçekten?
Başa dönelim yine. İki büyük kazadan bahseder Frida, birincisini biliyoruz zaten. İkincisi ise Diego’dur. Aşık olduğu adam.  Komünist, Ressam Diego Rivera.
Kendisinden yirmi bir yaş büyüktü Diego. İki kez evlenmişti, çocukları vardı. Çapkınlığı ve sadakatsizliği ile tanınırdı.  Birçok kişi gibi Frida’nın annesi de evliliğe karşı çıkıyor,  aralarındaki ilişkiyi bir güvercin ile filin birlikteliğine benzetiyordu.
Ona göre Diego “çok yaşlı, çok şişman ve daha da kötüsü bir komünist ve ateist” idi. Doğrusu Diego koca bir çınar gibiydi ve Frida küçüğü idi onun. Olması istenmeyendi aşk, sınır çizilendi ancak adına yaraşır şekilde kendi yatağını bulup, var etti kendini.
Birbirlerine aşıklardı fakat hep olur ya “ama” vardı ilişkilerinde. ‘Çalkantılı’ basit bir kelime belki ama evet ‘çalkantılı bir aşk’ idi onlarınki. Herkesin başarısız olacaklarına inandığı bir evlilik yaptılar, belki de herkesin başarısız olmasını istediği bir evlilik.
Birlikte büyük acılar yaşadılar; sağlık sorunları, düşük, mesleki başarısızlık, sadakatsizlik. Bazen karşılıklı.
Diego’nun Frida’nın kızkardeşiyle birlikte olmasının ilişkilerinde büyük yara açtığı söylenir. Frida’nın da farklı kadın ve erkeklerle dahası Meksika’da sürgünde olan ve evlerinde misafir ettikleri Troçki ile birlikte olduğu da yazar kaynaklarda. Bir dönem boşanırlar ancak ayrılık aşklarını bitiremez, yeniden evlenirler.
Onlarınki sadece aşk değildi; yoldaşlık, dostluk, annelik, babalık, çocukluk, meslektaşlıktır da. Birbirlerini “ülkenin en iyi ressamı” olarak nitelediler. Destek oldular birbirlerine. 
Başkalarının tenlerinde bulsalar bile dönem dönem kendilerini, hep birbirlerinde buldular huzuru ve huzursuzluğu, kısacası hayatın ta kendisini.
Sağlık sorunları yaşarken de, kocasıyla olan fırtınalı ilişkisinde de, mutlu günlerinde olduğu gibi resim yapmaya devam etti Frida. Amerika’da ve Fransa’da sergilere dahil oldu.
Ülkesindeki ilk kişisel sergisinde yataktan çıkmaması öğütlenmişti, çareyi yatağı sergi salonuna taşıtmakta buldu. Öyle de güçlü, öyle de inatçı idi.
Ölümden sonrası için “Yatarak çok fazla vakit geçirdim. Yakın sadece” diyerek yaşamın ölüm dahil tüm trajedilerine gülebilen bir kadındı.  13 Temmuz 1954’te gözlerini yumdu Frida. Gömülmedi, çok yatmıştı zaten. Yakıldı. Külleri şimdi müze olan Mavi Ev’de sergileniyor.
Saplantılı denebilecek kadar aşık bir kadındı Frida. Eğer boyun eğdiyse de aşk üzre boyun eğdi. Aynı hikayeye bakıp Frida’yı yenik ve güçsüz bulabilirsiniz ya da güçlü bir kahraman. Aynen onun aynı yüze bakıp, farklı kadınlar yaratması gibi. Gücü de, sırrı da belki buradadır. (SK/ÇT)

8 Ekim 2013 Salı

Birhan Keskin - Yağmur




Ömrün bir şey anlatıyor sana,ama sen anlamıyorsun ! 
Yağmur durmadan yağıyormuş ;
Hiçbir şey rastgele  değildir.
Hiçbir şey rastgele  değildir .

Kim Bağışlayacak Beni - Yağmur  / Sayfa. 59 



Lhasa De Sela - Is Anything Wrong [Live In Montreal]


"Ölümsüz kadın " 




Ürperti, baş dönmesi ve bir nar içimdeki / Birhan Keskin

Nefesim daraldığında yaptığımı yaptım, bir hayatı başka yerden bilmeye davrandım. Birhan Keskin'in damarından kendimi aşağı bıraktım
Sonbahar ürpertisiyle geldi. Kızıl gri gökyüzü, yaprak hışırtısı, köpüklü nefti denizle. Okul kokusuyla elbet. Demli çaya, o çayı avuçta ısıtan, ince belli bardağa minnetle. Anımsayış ve hesaplaşmayla geldi sonbahar. Uykusuz gecelerin huzursuz sabahlarıyla.
Bir şeylerin arifesinde olma hissiyle geldi sonbahar. Kenya’da din kisvesi altında, anne karnında başlamamış hayatları noktalandıran alışveriş merkezi vahşeti, Türkiye’de ambalaj kağıdından söküldüğünde ne çıkacağı bilinmez bir demokratikleşme paketiyle. Hiçbir şey yaşanmamışçasına duvarlara monte o eğreti çiçek bezelemeleri arasındaki park ve betonlu Taksim’i, o parkta ve meydanda yaşananların acısı çıkarılan tribünlerle. Çok pis oyunlarla kısacası. Bol riya, azıcık hakikatle.
Bana yetmez olduğunda hava, nefesim daraldığında yaptığımı yaptım. Haberler dahil bir hayatı başka yerden bilmeye davrandım. Birhan Keskin’in damarından kendimi aşağı bıraktım.
Dünya ağrısı
“Serin bir rüyanın hatırınadır/çektiğim dünya ağrısı” demişti o. Dünya ağrısı sözünde kaldım. Memleketin şiiri sakız manilerine indirme meyli vardır ya, Gazze bombalanırken bir vakit, yazdığı o tokada çarptım.
Gazze’de hava bulutlu on yedi derece,
Nem yüzde 16, rüzgâr saatte 13 kilometre.
Saldırıda ondokuzuncu gün, yirminci gece.
Ölü sayısı binin üstünde, yaralı binlerce.
Şimdi önümde dört çöl fotoğrafı koydum.
Dört mecaz olsun diye serin, kanlı dünyaya
Duygusal konuşmak için şairler var diyor,
Okkadar dallama birileri tv’de Gazze üstüne. 
Televizyon, sureti zulümlerin resmi geçidiydi yine. Dörde, altıya bölünmüş, her karesinden ayrı bir ses böğürüyordu. Elimdeki kitap kıvamlanıyordu giderek. Yoğun ve akışkan oluyordu. Haksızlığın üzerine kordan lav olarak akıyor, sığlığı yücelten, derini bilemeyen düzenin küllerini savuruyordu hırsla.
Ah siz, nasıl da “Siz”siniz buram buram, onlar avam.
Bu cahilin, yoksulun, barbarın ışık neyine, onlar ziyan! 
Siz “It was very amazing” derken “and fun”
Onlar özür dileyenlerdi ağacın ruhundan.
Balkonunuz çok yüksek sizin baş döndürüyor.
Dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor. 
Derdi vardı teğet yaşayanlarla, elden kayıp kaçanlarla. Nasıl olmasın? Onlar ki müsamereye çevirir şu koca hayatı, kalakalırsın orta yerde. Sanki bir sen gidemiyor gibisindir, günlük hayat her şeyi ve hatta zulmü olağanlaştırarak, istifini bozmadan akar yanıbaşından. O zaman işte çentikleyiverir şair bütün yanılsamaları.
Sizinle yaşadığım her şey kıyamet,
Sizinle yaşadığım her şey cinnet,
Sizinle yaşadığım her şey cinayetti. 
Ruh kirlendi,
kalbimin kenarında atını durduranlar için
akrep beslemekteyim.
Ellenen sedef
Birhan Keskin’de dekor niyetine bir doğa yok. Tekmil bitki örtüsü, hayvanlar alemi dile gelir de haddini bilir insan. “O beni sahilden, kendimi gömdüğüm, sertleşmiş ıslak kumdan aldı, elledi./ O benim sedefime elledi” dedirtir şair bir denizkabuklusunu. İşte onun sözleri de benim ‘sedefime eller’ öyle. Sobelenirim her seferinde.
Tevekkülün diğer adıdır o. İnsana dair her şeyi iliğinde bilmenin, taş gibi durmanın, titreşimleri emmenin ustasıdır. Anlattığı aşk, cana ziyandır. Nimet ve lanettir. “Sana böyle akmaktan çok korktuğum için/oldu her şey,/şelaleler de bu yüzden ilgilendiriyor beni” der. Yetmez, “Aklıma suyun intiharı geliyordu hep,/şelale deyince,/divaneliği söylüyordum” diye ekler, suya bakamaz olurum. 
Kubbelidir, ezel ve ebeddir aşk. Her zaaftan geçer de ilelebet soyludur yine de. Bir iç dünya, arka bahçedir. Yekpâre zamanın yitimidir. Koşulsuz ve hayvanidir. Bir akittir hayatla, anlamı geri verir.
Dünya ne ki sevgilim,
benim sana yaptığım kubbe yanında?
Düşsün, olsun, bırak
içinde yıldızlar patlıyor.
Kolaydır inanmak kadar inanmamak da.
İster sal kendini dünyaya, ister kal yanımda.
Her şeyden öte öyle sevdim ki ben seni
Yoluna baş koymak diyoruz
Biz barbarlar buna.
Böyle seven korkamaz. Korkuyu söyleyen korkudan azadedir artık. Birhan Keskin’in cesareti o çıkılamayan efsane zirvelere benzer. O yüzden onun şiiri ürperti ve baş dönmesidir bende. Okunmaz, hücreye zerk edilir. Hele de etten et koparan ayrılıktan bahis açmışsa… dibine kadar gidilecektir. “Bugün ayrılığın ilk günü. Hiçbir şeyi hiçbir şeye yoramayacak /kadar kara bir kının içindeyim. Kara bir kan içindeyim” dediğinde, o son noktaya gidilir.
Bu toprakların en hoyrat alanına, heteroseksizmin norm dayatmalarına isyandır da onun şiiri. Kainat yüzölçümlü ruhunu biricik aşkların ayaklarına sererken sevgilinin alışılageldik imgelerini, sevişme klişelerini tuzla buz eder. “Gövdenden gövdeme akan bir karanfil gecesi” der, kalakalırsınız. “Kendime de kırıldım az çok /hayatımdan teğet geçen kadınlara/ olduğu kadar,//dışarıda kar…” diye anımsar göze alınmış sonraları. Hani bizim çokluk ödeşmekten kaçtıklarımızı…
Birhan Keskin bir sağ kalandır. Hayatın içinde kerelerce doğulup ölüneceğini bilir, bunu anlatır. Mevsim döngüsünde yaşanan, göze alınan hayatı. “O eski hikâye bitti,/şaşkınlığımdan doğdum/denize düştüm/kuruyup geliyorum” dediğinde, bedeli ödenmiş bir hayat kesiti daha usulca kapanır. Onun teninden üzerime, düştüğü denizin tuzlu suyu damlar. Ürperirim kerelerce.
“Tecellinin içinde ecel durur sevgilim, görmedin mi?/Adaletin içinde bir zalim oturur” diyecektir daha. “Bomboştu her şey, elimde bir dünya tarağı/Gök ağlıyordu, ben zülfünü ördüm” diyecektir. Canı yandıkça öğrendiği şefkate de buyur edecektir. İnsan olmanın o tuhaf masalına. “İçimi açtım sana/İçini açmak için” diyecektir sonunda. Yani o sözün bizim içimizdeki uçurum yankısını bekleyecek, muhatabını dileyecektir. 
Onun okuru olmak
 da o yüzden ayrı bir serüvendir. “Dürtme içimdeki narı/Üstümde beyaz gömlek var” diye uyardığında, elim kalbime gider. İç kanamaları da görene teslim olurum dizlerimin 
 Haber - Karin Karakaşlı - Radikal 

14 Nisan 2013 Pazar

Neşe Yaşın - Olasılıkların Bilgisi


Hayatta beni hırçınlaştıran bir şey var- Doğrusu bu halimi hiç sevmem- o da karşımdakinde bulduğum adalet duygusu eksikliği. Adalet kuşkusuz ki çok zor bir şey ve insan zaman zaman istemediği halde birilerine adaletsizlik de yapıyor. Kendim adaletsizliğe uğradığımda içimde hissettiğim fiziksel bir değişim var. Bir çeşit iç yanması, boğazımda bir ağrı, sonra bir mide kasılması…
Başkalarının acılarıyla çocukluktan beri ilgiliydim. Yanımda birisi ağlasa hemen benim de gözlerim dolardı. Belki adaletsizliğe uğramanın ne kadar kolay olduğunu bildiğimden başkalarının hatalarını hemen bağışlardım. Bazen ise içimde hırçın ve acımasız bir çocuk hortlardı. Ötekilerin bana zarar vermesinden, beni hırpalamasından çok tırstığımdan olmalı buna engel olmak için beceriksiz kötülük girişimleri yapardım. Adaletsizlikleri izlemek bazen içimde bir hırs yaratır ve kötülerin cezalandırılması için bir dürtü oluştururdu.
Kadınlar ve erkekler arasında olup bitenler, hayattaki sayısız yaralanmalar yalnızca öz deneyimlerim değil çevremdekilerin anlatılarıyla da hayatımın önemli bir gündemi olmuştur çoğu kez. Yaraların hırçınlaştırdığı ya da tutsaklaştırdığı pek çok kadın ve erkek tanıdım.
Yaraları sıcakken ve yalnızlığa katlanamaz haldeyken hep yakın arkadaş olurlar ve anlatmak isterler. Bazen bu anlatıların bir kısmının kurgulanmış ya da hafif değişimlere uğramış olduğunu fark ederim. Utanç duyulan, gurur kırıcı anlar genellikle anlatının dışına atılır ya da değiştirilerek aktarılır.
Onları dinlerken insan kafasında ayrıntılarıyla hikâyeyi yeniden kurguluyor; boşlukları dolduruyor.
Bir insanı anlamak nasıl da zordur. Uzak, çok uzak bir yerdir insanın içi… Ulaştığın o ıssız kıyılarda henüz bir ceninken işittiğin uğultuları bulursun; bir başka gövdenin sana ilettiği korku ve kaygıları… Sonra yalnızlığa doğarsın, çaresiz ve korunmaya muhtaç…
Çeşit çeşit tadı, halleri var yalnızlığın: Biri yabanıl zehirli ot gibi… Tükürürsün ama sende kalır; dilinde acır. Diğeri ayazda rüzgârın bıçaklaması gibi gövdeni… Hiçbir ateş hiçbir giysi dindiremez üşümeni ve umarsızca bir gövdenin sıcaklığını, bir başka ruhun sevecenliğini ararsın. Yalnızlık kabuğunun içine sinmiş bir kaplumbağa çekingenliğidir bazen... Bir deniz kabuğu, içinde uğultular… Yalnızlık kendine konuşan sestir, sürüklenen bir taş… Baktığın yer bir boşluktur… Koşarsın, oysa başka yöndedir seni bekleyen.
Öyle çok birlikte oldum ki yalnızlıkla sanki en yakınım o gibi... İçimdeki ürkütücü öteki ben; hep benimle dolaşan iç sesim neler söylemez ki bana. Bazen acıyla inleriz birlikte; sayısız çağrışımların getirdiği anımsamalarla ürpeririz.
Şimdi bunları yazıyorsam onun hayatımda kurduğu egemenliğe, beni böylesine ele geçirmiş olmasına karşı çıkmak için yapıyorum.
Yalnızlık anlarımda bazen yanımda olmasını istediğim; yanımda olmadığı için yasını tuttuğum biri olur. Dünyanın bir yerlerinde o an neler yaptığını kederle düşünürüm. Evini biliyorsam onu evinde hayal ederim; bilmiyorsam ona bir ev kurgularım.
Bu galiba bir çocukluk oyunu... İlk kez sokaktan bir adamı seçmiştim. Hiç konuşmadığım, hakkında hiçbir şey bilmediğim bir genç. Adını öğrenmiştim sadece. Aslında galiba hakkında bir şey öğrenmek de istemiyordum. Onu yalnızlığımın yerine koymak, düşlerimde biriyle ilişkili olmak istiyordum. Ona hitap eden cümleler yazıyordum kâğıtlara ve bunları yazarken iliklerime kadar ürperiyordum... Sonra yatağımın altına saklıyordum o kâğıtları...
Onu uzun süre hiç görmemiştim ama nerede olduğunu da merak etmiyordum. Aylar sonra tekrar gördüğümde o kadar çirkin olduğuna şaşırmıştım. Daha önce yüzüne dikkatlice bakmamıştım ki zaten; öylesine takılmıştı gözüme. Ve birden seçmiştim onu.
Sonra hep onun yerine bir başkasını koydum... İmkânsız bir sevgiliyi...
Aslında hayatta en mutlu olduğum zamanlar başkaları için bir şeyler yaptığım zamanlardır diye düşünürdüm. Böyle zamanlarda bana çevredekilerden bir sevgi akışı olurdu. Yaptığımla gurur duyardım. Ama sonra eve dönüp kapıyı açtığımda birden yükseldiğim bulutlardan hızla yere çakılırdım. Kendimi yapayalnız hissederdim. Sevincimi alıp çoğaltacak, onu aynada bana gösterecek diğer ruhu bulamazdım. Ben, sahnedeyken ayakta alkışlanan o kadın, kendimi yerde sürünüyor bulurdum. Beni kucaklayıp öpen onca insanın hiçbir önemi kalmazdı. Sadece tek bir kucak olsun; imkânsız bir sevgili beni kucaklasın ve dünyadaki kaybolmuşluğumu avutsun isterdim.
Yaptığım her güzel şeyle sevenlerim kadar düşmanlarımın da çoğaldığını hissederdim. Onların yıkıcı enerjisi bir yerlerden bana doğru gelirdi. Kendimi güzel ve başarılı gördüğüm ve bunu pek çok bakışla onaylattığım bir anda bile bana beğenmezlik ve hasetle bakanlar olduğunu bilirdim.
En çaresiz anlarda bir gün yeni bir ışık göreceğimi, hayatın sürprizlerle dolu olduğunu bilirim. Bu bilgi bana geçmiş deneyimlerden gelmiştir. Çok zor zamanlardan sonra yeni bir zaman gelmiş ve yeniden umutlanmışımdır. Ama bunun ardından yine bir başka düşüş... Bunun bilgisine sahip olmak acı çekmeyi engelleyebilir mi?
Bazen bir anı yaşarken dehşete kapılır ve bir süre sonra belleğime kaydını yaptığım biçimde o anın anılarıma dâhil olacağını düşünürüm. Yaşadığım her an, bu satırları yazdığım şu an bile bir anı olacak.
Belki de beni huzursuz eden hayatta sayısız olasılıklar olduğunun bilgisi... Örneğin az sonra telefonum çalabilir ve beklediğim kişi bana özlediğim sözleri söyleyebilir. Bu bir olasılık... Ama ben bundan sonraki cümlelere yol alıyorum ve bu gerçekleşmedi işte.
Ne olursa olsun. Ben şu anda dünyanın sonsuzluğunda kendini, ilişkileri, hayatı düşünüp yazı yazan bir kadınım ve bu andan duyacağım her haz ve her hüzün insana dair bir gerçeklik. Yine de bu an gerçekleşmeyen mutlu olasılıkların kederi ile boğulmaktan alamıyorum kendimi.
Biliyorum ve hissediyorum bunu, belki bir zaman sonra beni bekleyen bir mutluluk var... Bazen içimde nedenini çözemediğim kıpırtılar olur. Geleceğin bilinmezliği aslında ne denli coşku vericidir. Bunun aksi çok daha kötü olabilir; neler olacağını bilmek aslında hayatı anlamsız kılmaz mıydı?

25 Ocak 2013 Cuma

Virginia Woolf - Kendine Ait Bir Oda

Kadın olmanın en büyük avantajlarından biri,çok güzel bir siyah kadının yanından bile, onu bir İngiliz kadını yapmak için istek duymadan geçebilmektir. 

Sayfa. 57 






20 Ocak 2013 Pazar

Balmorhea - Remembrance

 O cümbüşe her dokunduğunda, kendi gerçeğim tokat gibi. / Zehir gibi. 


10 Ocak 2013 Perşembe

Devrim Dirlikyapan - Karla Gelen

geldiğin gece kar yağmıştı kentin üstüne
gökyüzünden sorular düşüyordu hiç durmadan.
nasıl da kalabalıktın sen; bütün kollarımla
sarılıyordum da vücuduna, kapıda kalıyordu
yine de bir yarın... ilk o zaman anlamıştım
bu eve fazla gelen bir yanı vardı bu buluşmanın
ve daha o geceden belliydi, aşkımızın
boyumuzu aşan yüzlerce ayak izinden
ve kar sıcağı sorulardan yapıldığı.

alıştığımız bir şey değildi oysa, karda tipide
sulara düşmek bir ateşin ağzından,
yeni bir ejderha oluvermek buzul çağında
ve ansızın çatlatabilmek zamanı
en ağır yerinden.

yüreğini düşürmüş binlerce sevgiliden
kopuşa kopuşa mı buluşmuştuk seninle,
beynindeki canavarı mı öpmüştük
kentin bütün "kitap yüklü merkepler"inin?"1
ne çok avcı yağmıştı gözlerinin peşinden
ve ne çok çığ dayanmıştı kapımıza.
görmüşlerdi seni saksofon çalar gibi öptüğümü
ve yıllarca düş kırıklığı toplayan şairin
yerin altında artık bir aziz
kent maketi kurduğunu.

o gece ilk defa, aşkın bu kente
yenilmediği bir yerdi sokağımız.
ahlak masasına yatırılmış ömürlerden
çılgın saatler çalıyorduk çünkü hiç çekinmeden
ve bir gecede kimbilir kaç bin yıl yaşamıştık
unutulmuş bir uçurumu emzirirken.

lanetlenmiş yüksek tansiyon vakitlerinde
kalbimiz ancak bu kadar hızlı koşabilirdi
ve az kalsın yanıt verecekti durgun sulardan:
nedir çocuk ölmek her şey yaşlanıyorken.
gelişin çünkü kutsal bir okyanusu
yutmak istemesiydi iki küçük balığın;
kapı kolu, ip ve korkudan ibaret bir öyküyü
yere çalmasıydı çürük diş şövalyelerinin.

sen beni tuzlar kadar sevmiştin,
ben seni karlar kadar, sevgim sevginde erimiş
sevişmiştik, erimiştik kaynar sulara.
oysa bilirsin nicedir
bir yağmur bedduasıydı aşklar
ve her şey ne kadar da aşağılıktı.

geldiğin gece kar yağmıştı kentin üstüne
gökyüzünden gözlerin düşüyordu hiç durmadan,
kar sıcağı sorular kadar tehlikeli gözlerin.
ne kadar güzeldin, bütün resimlerin ve eşyaların
sözünü kesiyordu yüzün. bedenin dolusu
karadeniz kokuyordun... sendin elbet hayatın
altımdaki iskemleye vurması yakın bir ânında
kirpikleriyle ipimi kesen peri; soluğunu
tehlikeyle sıvayan kadın.

gözlerin her şeyi değiştirebilir miydi?
salıncağa binmiş bir zerre gibi kimbilir
kaç kez esrimiştim inanabilmek için buna.
ve yalnızca kellemi değil, bütün bir
bedenimi almıştım koltuğumun altına.
donmuş kan damardan kovulmalıydı çünkü
"böyle olmalıydı ve oldu işte." 2 

tabulardan koleksiyon kurmuş bir kent için
elbette ki toplumsal bir sorundu kalbin.
bütün avcıları peşine takacak kadar
çok sevmiştin çünkü uçmayı, yasaklı
serüvenler getirmiştin. ve nasıl da kalabalıktın
bu eve fazla gelen bir yanın vardı senin,
bütün kollarımla sarılıyordum da vücuduna
kapıda kalıyordu yine de bir yarın.

belli ki toplamadan gelmiştin ayak izlerini,
kilitlenmiş adımlarla örtülü bir kente
yalnızca kabına sıkışmış bir kıpırtı
kalmasın diye eyleminden...

o gece anlamıştım: her yerinden yüreği
taşan bir kadındır bir şaire gereken;
bir karla gelendir, bir kardelen