11 Temmuz 2012 Çarşamba

10 Temmuz 2012 Salı

Aslı Erdoğan / Bir Yolculuk Ne Zaman Biter




Günün birinde, kendinizi boşluğun yaylım ateşinde, görüntüler biçiminde yağan mermiler ortasında bulursunuz. Kollarınızla başınızı korursunuz. Tuhaf, önemsiz, gereksizsinizdir, tüm yenilenler gibi. Güç bela edindiğiniz bir çift kanat, bir duvardan ötekine çarpa çarpa kırılmıştır; kim bilir hangi rüzgara kapılmış kendi deneyiminizin merkezinden çok uzağa savrulmuşsunuzdur. Bir zamanlarki ‘ben’inizin, soluk bir tıpkıbasımına dönüşmüşsünüzdür. Çığlık atarsınız, üzerinizdeki çığ, yalnızca dışarının seslerini taşır. Yorgun bir bakışla tararsınız dünyayı, uçsuz bucaksızlığına bunca acıyı nasıl sığdıracağınızı bulamazsınız. Kutsallığı bildirilmiş Söz’e çok fazla inanmışsınızdır belki, oysa karşınızdaki yüzün acımasızlığına çarpıp ölü sinekler gibi dökülür cümleleriniz, döküldükçe birer yalana dönüşür. Kim bilir hangi açlıkla tüketilmiş, hangi doygunlukla bir kenara itilmişsinizdir… Ancak damla damla, öldürmeyecek dozlarda sızmasına izin vereceğiniz gerçek, evrensel haksızlıkla giriştiğiniz suç ortaklığıdır. Hayatın aleyhine açtığınız davada, tek bir tanık yoktur ki masumiyetinizi savunsun.


Didem Madak - Ağrı




ağrımı anlattığım insanlara,
alihsan'a, işıl'a, ayhan'a-

sonbaharların kralı gelirmiş meğer istanbul'a
ciğerlerimin filmini çektiler
ciğerlerim artiz oldular icabında
akut alevlenmiş kronik bir sonbahar gibi bakıyordu
sigara figüran falan.
ben kırmızı bir yaprağı oynuyordum esas kız olarak
uçuşuyordum, uçuşmakmış meğer benim anlamım
ben bunu geç anladım.
senin için şiir yazacaktım istanbul
ismini ağrı koyacaktım.
oysa bir şiir niyeydi sanki
yer içer sevişir miydi sanki bir şiir
hamsi ısmarlar mıydı mesela bir şiir insana?
fotoğraf çektirebilir miydi mesela hipodromda atlarla?
rakı içebilir miydi samatya'da
bir şiir uyur muydu kuş gibi
başını alıp da kanatlarının altına?
oysa bir şiir neydi sanki
ben seni ciğerimin köşesindeki arıza kadar sevdim
bir şiir seni bu kadar sever miydi sanıyorsun istanbul?

bağırdım sokaklarına kartondan postlar sermiş ayyaşlara
bana kerametinizi gösterin
keramatenizi gösterin bana!
bir dikişte içtim bir şişe geceni
yıldız komasına girmek istiyordum,
istiyordum dolunay çarpsındı beni
kurt adamlarım serbest kalsındı icabında
kimim fazladan puştluğu varsa bir sigara sarsındı bana
kin kusulsundu, öç alınsın
icabında modern kadındım, ne zaman şişmanlasa ruhum
hemen yarın yeni bir intihara başladım.
ben fazla yemesem diyorum baylar yani
bu kadar hınç bana fazla.
icabında bir allah bir allah daha
çok tanrılı bir din ederdi
bırak müridin olayım istanbul

sen beni hep bir şiir sanıyordun istanbul
oysa çakmaktaşları gibi kıvılcımlıydı gözyaşlarım
ağlamaktan kızaran bir örnek burnum ve gözaltlarımla
bu şiiri ben yaralı bir panda vaziyetinde yazdım
canım yandı
bu şiiri ben bir yangın vaziyetinde yazdım
şimdi bırak sana kedilerime süt getiren eski günlerimi anlatayım
kapıma gül bırakan adamları
ben de icabında bir hafıza mağduruyum
cumartesi günleri gayri annemlerle birlikte
sokaklarında eylemler yapayım.
benim ne sakal yanığı günlerim oldu
guruba bak ve beni an
öpüşmekten yorgun ve kızıl
bir şiir sana bunları söyler miydi sanıyorsun?
yağmurlarında yıkanan kırmızı banklarına baktım
bütün allar bir gün solarmış
ben bunu geç anladım
yağmur meğer tanrının zulmüymüş istanbul.
ağrı neydi, neremdeydi, neresiydi ağrı
kim bana kalbimin menzilini soracaksa sorsun artık
ağrıdurmadanağrıdurmadanağrıdurmadan
ağrı benim durmadan doruğuna tırmandığım
meğer yüksek bir dağmış.

üstümü ara
cebimdeki şiiri usulca kaydırayım senden tarafa
ellerimi de kaldırdım bak
hazırım tutkumu tutukla.
şiirsizim
bu şiir senin ismini ağrı koyar mıydı sanıyorsun istanbul
ben bu şiiri kusarak yazdım.

“Çok eğlendim, teşekkür ederim. Hoşçakalın.” Romain Gary (Emile Ajar)


“Çok eğlendim, teşekkür ederim. Hoşçakalın.” Romain Gary (Emile Ajar)

“Çok eğlendim, teşekkür ederim. Hoşçakalın.” Romain Gary (Emile Ajar)

Çok uzaklardan bir zaman değil, bize zaman zamanlığıyla çok yakın da değil, sessiz ve derinden bile değil… Bir cümlenin ve bir portrenin intiharlarından hemen önce kalplerinde olup bitenini bilmediklerimize, o kalplerin görüntüsüne dair birkaç kelam…
“Çok eğlendim, teşekkür ederim. Hoşçakalın.”
Romain Gary
/Gary’nin eşi, ünlü aktris Jean Seberg,
Seberg yaşadığı bunalım nedeniyle erken doğum yaptı. Bir basın toplantısında ise bebeğin beyaz ve cansız bedenini gazetecilere göstererek dedikodulara son verdi.
Yaşadığı bunalımlı günlerden sonra depresyona giren Seberg film çevirmeye devam etti. Fakat sık sık başarısız intihar teşebbüslerinde bulunuyordu.1978 yılında Paris metrosunda bir trenin altına atlamaya çalıştığı söylendi.
Seberg sonunda ölmeyi başardı ve ölümünden 11 gün sonra 8 Eylül 1979′da Paris’in dışında bir yerde arabasının arka koltuğunda bulundu. Yanında boşalmış bir kutu uyku ilacı ve bir intihar notu vardı.
İntihar notunda şöyle yazıyordu: “Beni affedin… Bu sinirle daha fazla yaşayamam.”/
“Ne değiştirebildiğin, ne yardım edebildiğin, ne de terk edebildiğin bir kadını sevmenin ne demek olduğunu bilemezsiniz…”
Romain Gary / Emile Ajar
Şöyle Fiyakalı Bir Ölüm (Yaşam Öyküsü)
Rusya’dan getirdikleri değersiz eski eşyaları satıyor, el falı bakıyor, pansiyonculuk yapıyordu annesi. Evlerinin bir odasını kedi köpek bakıcılığı için ayırmıştı, bir odasını kuş yetiştirmek için. Ama evin bir odası vardı ki, içerideki açmadıkça oraya kimse giremiyordu. Romain’in yazı yazması gerekiyordu çünkü. Nice’in banliyölerinden birinde, geleceğin Fransa büyükelçisi ve ünlü yazarı yetişiyordu.
Doğduğu Rus topraklarından Polonya’ya göç etmişlerdi önce. Kendisinin eski bir fahişe olduğundan bahseden okul arkadaşlarına karşı onu korumamasına sinirlenen annesi Nina Owczinski ile birlikte, özgürlükler ülkesi Fransa’ya taşındıklarında on dört yaşındaydı. Bir beyefendi olmalıydı o. Soylu Fransızlar’a benzeyen, İngiliz modasını takip eden, kadınları mutsuz edip onlara büyük acılar çektiren o önemli adamlardan biri. Sıradan insanların arasında ticari kolaylık sağlamaktan başka bir işe yaramayan İngilizceyi öğrenmese de olurdu ama Fransızcasının kusursuz olması şarttı. Ve edebiyatla da yakından ilgilenmeliydi. Edebiyatı görkemli evlerin lüks salonlarına davet edilen zarif bir kadına benzeten annesi böyle olmasını istiyordu. Yaşarken meşhur olmalıydı annesinin ‘Romanka’sı.
Nina Owczinski, oğlunu kadınlara karşı dikkatli olması konusunda da uyarıyordu. Bir sürü kürk mantosu olan kadınlardan uzak durmalıydı mesela, çünkü onların tek derdi yeni bir kürke daha sahip olmaktı. Sonra kadınlardan armağan alabilirdi ama para asla. Dişini sıkmalıydı, çünkü gelecek onundu. Annesi böyle söylediğine göre bir bildiği vardı.
Hukuk öğrenimi görmeye başladığında beş parasızdı. Bir yıl boyunca her gün gittiği Café Capolude’ün tezgâhından parasını ödemeden yediği yaklaşık bin beş yüz ay çöreğini, devletin kendisine verdiği bir yükseköğrenim bursu olarak kabul etmişti! Aynı dönemde Gringoire dergisinde öyküleri yayınlanmaya başlamıştı; Voila dergisi için röportajlar ve Le Temps gazetesi için de muhabirlik yapıyordu. Aynı anda okul masraflarını çıkarmak için bir restoranda çalışmaya başlamıştı, triportörle evlere yiyecek servisi yapıyordu. Bir gece sipariş teslimi için gittiği bir dairede, garsoniyerinde randevusuna geciken sevgilisini bekleyen kalantor bir yazarla karşılaştı. Annesinden sonra kadınlar hakkında ona ‘bir şeyler’ söyleyen ikinci kişi bu yazar oldu. Yazara göre bütün kadınlar orospuydu, kendisi bunu bilmek zorundaydı, çünkü bu konuda tam yedi roman yazmıştı. Kadınlar deneyim sahibi, görmüş geçirmiş adamları yeğliyordu; yaşamı ve eşyayı iyi tanıyan bir erkeğin yanında bulunmakta onlar için güven verici bir şeyler vardı. Romain’in o gece dinlediklerini tecrübe etmesi için yaklaşık yirmi yıl daha geçmesi gerekecekti…
1940 yılında ‘Fransa’ya Özgürlük’ ekibine katılarak Hava Kuvvetleri’ne teslim olduğu sırada kendisine defalarca sarılarak övgüler yağdıran annesine, diğer askerlerin yanında onu küçük düşürdüğü için sinirleniyordu. Ama bir yandan da, kendi kendine sözler veriyordu. Onun bütün özverilerinin karşılığını ödeyecek, eşsiz zaferler kazandıktan sonra geri dönecek ve ne yapıp edip dünyayı onun ayaklarına serecekti. Yıllar sonra yayınlayacağı Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı isimli romanında henüz yirmi altı yaşında, hayatının şafağında annesine verdiği bu sözden ve daha sonra yaşayacaklarından bahsedecekti.
İkinci Dünya Savaşı başlamıştı. İyi bir pilot, keskin bir nişancıydı. Ne var ki yok etmeye programlı değildi. İnsanların oy birliği ile adam öldürmeye karar vermeleri için hiçbir haklı neden göremiyordu. Ama annesine verdiği sözleri gerçekleştirebilmek için sırtında üniforma elinde silah olmak zorundaydı. İlk askerî eğitimini yüzbaşı olarak değil, sıradan bir onbaşı olarak tamamladığını güç bela da olsa annesinden gizleyebildi. O sıralarda Nice’te restoran işleten Nina, herkese oğlunun kahramanlıklarından bahsediyor; mektuplarında oğluna onunla gurur duyduğunu yazıyor; üniformasıyla izne gelen Romain’i koluna takıp Buffa Çarşısı’nda geziyordu. Askerliği süresince en büyük destekçisi, kendisine sürekli mektup yazan şeker hastası yaşlı annesi oldu. Savaş sona erdiğinde General de Gaulle’den gelen telgraf Liberation madalyasına layık görüldüğünü müjdeliyordu. Aslında bir kahraman olmadığını biliyordu. O sadece annesine verdiği sözü tutmuştu. Göğsünde Liberation’un yeşil siyah kurdelesi, altında Legion d’Honneur nişanı, savaş haçı, madalyaları ve omzunda yüzbaşı rütbesi ile annesine doğru yola çıktığında, hayalinde onunla buluşacağı anı canlandırıyordu.
Tarihsiz Mektuplar
Gerçi bir süredir annesi yazdıklarına karşılık vermiyor, her zamanki gibi iyi dileklerde bulunmakla yetiniyordu. Son mektuplarına ise hiç anlam verememişti. Yaşlı kadın, ne de olsa sonsuza dek oğlunun yanında olamayacağını, başka türlü davranamadığını, her şeyi oğlu ona ihtiyaç duyduğu için yaptığını yazıyor ve oğlundan kendisini bağışlamasını istiyordu. Eve vardığında, son mektuplarından birinde kendisine iyi bir kitap yazmasını ve yanında bir kadının varlığına ihtiyaç duyacağı için hemen evlenmesini yazan annesinin üç buçuk yıl önce öldüğünü öğrendi.
Nina Owczinski, ölümünden önceki birkaç gün içinde iki yüz elliye yakın tarihsiz mektup yazmış ve bu mektupları Romain’e göndermesi için İsviçre’deki bir arkadaşına teslim etmişti. Annesinin kurşun kalemle alelacele yazılmış mektupları cepheye oradan gelmişti.
1950′lerde artık bir diplomattı. Katıldığı davetlerde çay fincanını tutarken serçe parmağının alacağı şekle dikkat ediyor, fotoğraf çektirirken mavi gözlerinin hoşluğunu vurgulamak için annesinin küçüklüğünde pencere kenarında yaptırdığı gibi gözlerini yukarılara dikiyor, hiç hoşlanmamasına rağmen Londra’daki moda evlerinden giyiniyordu. Elbette yazmayı hiç bırakmamıştı. İlk romanı Polonya’da Bir Kuş Var, Dışişleri Bakanlığı’nda çalışmaya başladığı sırada yayınlandı. Bir toplama kampında ölmesi dışında hakkında bir fikri olmadığı babasının kendisine verdiği ‘Kacew’ yerine ‘Gary’ soyadını kullandı kitaplarında. 1944 yılında evlendiği ilk karısı İngiliz gazeteci yazar ve Vogue dergisi editörü Lesley Blanch’dan, diplomatlığı bıraktığı yıl, 1961′de boşandı.
İkinci evliliğini bir yıl sonra, ilk karşılaştıklarında film yönetmeni Francois Moreuill ile evli olan ve kendisinden yirmi dört yaş genç Amerikalı aktrist Jean Seberg’le yaptı. Ancak Jean’in 1969 yılının son gecesi Meksikalı ünlü yazar Carlos Fuentes ile başlayan birlikteliği evliliklerinin sonu oldu. Jean Seberg, Romain Gary’nin yönettiği Peru’daki Kuşlar ve Öldür isimli filmlerde de rol aldı. Giysileri ve kısacık saçları ile bir erkek çocuğunu andıran ve farkında olmadan Paris modasına yön veren genç oyuncuyu sadece modacılar değil, FBI direktörlerinden J. Edgar Hoover da takip ediyordu. Çünkü Fransız sinemasının Amerikalı yıldızı, ‘Kara Panterler’ isimli ırkçılık karşıtı bir örgüte açıktan açığa destek veriyordu. Carlos Fuentes’le olan birlikteliğinden Seberg’in hamile kaldığını bilen FBI, doğacak bebeğin babasının bir zenci olduğunu duyurarak kendi yöntemleriyle onu cezalandırıyordu. FBI başarılı oldu; yedi aylık hamile olan Jean Seberg, yaşadığı bunalım nedeniyle bebeğini erken dünyaya getirdi. Düzenlediği basın toplantısında gazetecilere bebeğinin ‘cansız ve beyaz’ bedenini göstermesi dedikoduları sona erdirdi, ancak bu olay hiç bitmeyecek depresyonlarının da başlangıcı oldu. Film çevirmeye devam eden ve sık sık intihara teşebbüs eden Jean Seberg, en son 1978′de Paris metrosunda bir trenin altına atlamaya çalıştı. Derken bir gün ortadan kayboldu… Bir hafta sonra Paris’in dışında bir yerde kırmızı arabasında ölü bulunduğunda yanı başında boşalmış uyku hapı kutusu ve veda mektubu vardı. Her ne kadar intihar gibi görünse de bu ölümle FBI’ın bir bağlantısı olup olmadığı hep tartışıldı.
Simone de Beauvoir ve Jean Paul Sartre da yanındaydı Montparnesse Mezarlığı’na gömülürken. Trajik sonunu hazırlayan bebeğinin babası Carlos Fuentes ile ilişkisi sadece iki ay sürmüştü ama bu aşk Fuentes’e Diana isimli romanı yazdırmıştı.
Alışılmadık Fikirler
Romain Gary, yüzüne kırışıkların, gövdesine bitkinliğin yürümeye başladığını söylediği yıllarda yazdığı ve hayatının ilk otuz yılını anlattığı kitabında, orduda geçirdiği günlerin de etkisinde kalarak pek alışılagelmemiş bazı fikirlerinden bahsetti. Annesine karşı cinsel bir istek hiç duymamıştı ve çocukların anneleriyle sevişmesinden yana değildi asla. Ama ona göre annelerin çocuklarıyla yatması fikri Hiroşima’dan, Buchenwald’dan, idam mangalarından ve polis işkencesinden daha kabul edilebilir bir şeydi. Bir soykırımın hazırlanması, bir atom dehşetinin yaratılması için beyinlerini kiraya vermiş bilginlerin ruhlarının çürüdüğüne inanıyordu ve bu çürümüşlüğün yanında her türlü cinsel ilişkinin bir çocuk gülücüğü kadar masum olduğunu söylüyordu. İnsanları cinsel davranışlarına göre iyi ya da kötü olarak sınıflandırmak huyu değildi, bunu belden yukarı özelliklerine göre yapmaya dikkat ediyordu. Kendisini bir yılbaşı gecesi aldatan genç karısı hakkında boşandıktan sonra sessizliğe gömüldü. Ama oğlu Alexandre Diego’nun annesi Jean Seberg’i aklından hiç çıkaramadı. Kırk bir yaşında hayata veda eden eski karısının ölümünden bir yıl sonra Gary, silahla yaşamına son verdi. Yaşayabilmesi için kendisiyle sürekli bir kadının ilgilenmesi gerektiğini söylemiş, “şöyle kaliteli, fiyakalı bir ölümün sanat eseri yerine geçebileceğini” yazmış ve hayatı boyunca hep bir kadının onu önce fiziki, sonra ahlaki, en sonunda ise maddi olarak yerle bir ettiğini hayal etmişti. Sonunda yazdıkları, söyledikleri ve hayalleri gerçekleşmişti Romain Gary’nin. Ölürken ardında bıraktığı mektupta Yalan Roman, Onca Yoksulluk Varken ve Kral Solomon’un Bunalımı romanlarının yazarı Emile Ajar’ın kendisi olduğunu açıkladı. Kendi ismiyle yazdığı Cennetin Kökleri, 1956′da ve Emile Ajar takma adıyla yazdığı Onca Yoksulluk Varken ise 1975′de Goncourt Ödülü almıştı. Bu itirafıyla Gary, Fransa’da bir yazarın ancak bir kez kazanabildiği Goncourt Ödülü’nü iki kez alan yazar olarak edebiyat tarihine geçti.
Ölümü gerçekten de fiyakalı olmuştu.
K Sayı: 2
13 Ekim 2006